Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Başka ulusu ezen bir ulus özgür olamaz

Özgür değiliz. Çünkü; ülkemiz bizim değil, başkalarının elinde. Ülkemizin yer altı ve yer üstü zenginliklerine el koyan sömürücüler var. Türkiye ekonomik, siyasi, askeri, diplomatik binlerce bağla emperyalizme bağlı bir ülkedir. İktidar, emperyalistler ve yerli işbirlikçilerin elindedir. Zaman olur, “vatansever” generaller darbe yapar, ABD'ye “bizim çocuklar başardı” şeklinde duyurulur. Zaman olur, IMF stand-by'larla yetinmez, ekonominin başına doğrudan bir memurunu atayıverir. Kuşkusuz, böyle bir ülkede “millet iradesi”nden ve onun “mutlak üstünlüğü”nden bahsedilemez. Politik özgürlükler mücadelesi, emperyalizme karşı mücadeleden bağımsız ele alınamaz. Ama politik özgürlükler sorununu sadece emperyalizme bağımlılıkla sınırlı değil.

Özgür değiliz. Çünkü; Türkiye bir yeni sömürge olduğu kadar, sömürgecidir de. Türkiye, sınırları içinde yaşayan Kürt ulusunun taleplerini şiddetle bastırmakta, burjuva cumhuriyetin kuruluşundan beri varlığı inkar ve imha edilmektedir. Bir ulusun en insanı taleplerine copla, tüfekle, darağaçları ile karşılık vermektedir. Bu yüzden, Türk işçi sınıfı ve ezilenleri, iradelerinden bağımsız olarak ezen ulusun ayrıcalıklarının bir parçasıdırlar. Fakat bu ayrıcalık onları özgür kılmıyor. Kürt halkının ulusal talepleri bastırıldıkça, Türk işçi ve emekçilerin ekonomik, demokratik hakları da gasp edilmektedir. Aynen Marks'ın dediği gibi: “Başka ulusu ezen bir ulus özgür olamaz.”

Kürtçe yasak oldukça, Türkçe düşünmek de yasaktır. Kürt halkının ulusal varlığı yok sayıldıkça, Türk işçi ve emekçilerin sınıfsal varlığı yok sayılmakta; söz, eylem, örgütlenme hakkı da ayaklar altına alınmaktadır. Kürt halkının yer altı ve yer üstü kaynakları talan edilirken, Türk işçi sınıfı ve ezilenleri fabrikada, tarlada, varoşta kölece çalışma ve yaşam koşullarına mahkum edilmektedir. Kürdistan'ın dağları bombalanırken, Türkiye'nin denizleri, ovaları, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar, gözaltında işkence ve kayıplarla kana bulanmaktadır. Kürdistan OHAL'leştirildikçe, Türkiye Stand-by'laştırılmaktadır. Kürt gençliği dağa çıktığı için katledildikçe, Türk gençliği eller üstünde uğurlandığı kışlalardan tabutlarda dönmektedir.

1925 yılında kabul edilen ve uzun yıllar gizli tutulan Şark Islahat Planı'nın 41. maddesi şöyledir: “Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnımanastır (Adıyaman), Besni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe'den başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emrine aykırı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaklardır.” Aynı yıl, Takrir-i Sükun Kanunu çıkarıldı ve tüm sendikal haklarla birlikte 1 Mayıs’ta yasaklandı. Devreye İstiklal Mahkemeleri girdi. Amele Teali Cemiyeti vb. derneklerin yöneticileri tutuklanarak İstiklal Mahkemesi’nde yargılandılar, 7 ile 15 yıl arasında hapis cezası aldılar.

 Yıl 1982. Ankara'da bir Genelkurmay Brifingi... Bir yüzbaşı, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde tahta, tebeşir, slayt makinesi ve perde ile anlatıyor: “Ders bir; Kürt diye bir şey yok, uydurma. Bunlar aslında Türk. Doğu’da ve genellikle dağlık bölgelerde yaşıyorlar. Dağlar 7-8 ay karlı. Karda yürürken 'kart-kurt' sesi çıkıyor. Bu, 'kart-kurt' yüzünden bunlara Kürt deniyor. Kürtçe'de Türkçe’den apartılmış, zorlamaya dayalı uyduruk bir dil. Ders 2; Düşmanlarımız bunları kullanmak için Kürtleri Türklerden ayırmaya çalışıyor ve onları ülkemizi zayıflatmak için kullanıyorlar. Ders 3; Hainleştirilmiş kimi Kürtlerin arasına Ermeni ve Rumlar karışmış durumda.” Aynı yıllarda, Kürt halkının varlığı gibi, işçi ve emekçilerin söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğü de postalların altına alınmıştır.

Ve işte son iki haftada yaşananlar; linç güruhları, Türk ve Kürt halkları arasındaki kardeşlik ilişkilerinin köküne bir kez daha kibrit suyu döktü. Generaller golf oynarken, tatil yaparken Türk ve Kürt gençleri bir kez daha öldü. Ama aynı askerler, bir genç cezaevine sağ girip ölü çıkarken daha fazla işkence ve öldürme yetkisi istedi. Oysa, zaten 'elleri kolları bağlı' değildi. Elleri hiç soğutulmamıştı. İşkence de serbestti, cinayet de. Özellikle 2006'dan beri. 2006'da, Terörle Mücadele Yasası, 2007'de Polis Vazife Selahiyetleri Kanunu'ndan aldıkları “sınırsız yetkilerle” yüzlerce kişi işkenceden geçirilmiş, onlarca kişi cinayete kurban gitmişti. Sadece 2008'in ilk dokuz ayında, 18 kişi polislerin yetkili kurşunlarına hedef oldu, hayatını kaybetti.

 Yetkililer, “demokrasi güvenlik dengesi”nden dem vuruyor. Başbakan, yaklaşan yerel seçimlerin de baskısı altında “Demokrasi çıtasını düşürmeyeceğiz” diyor. Böylece bu memlekette “demokrasinin çıtası”nın Kürt sorunu olduğu gerçeğini emekçi halktan bir kez daha gizlemek istiyorlar. Bunun için sorunun adını bile koymaktan kaçıyorlar. Eskiden Kürt yoktu, şimdi Kürt sorunu yok! Ne kadar trajikomik! Ama gerçekler balçıkla sıvanmıyor: 1960'ların başları. Resmi politika “Kürt yok, Türk var.” Mısır'da, 'Arapların Sesi' radyosu arada bir Kürtçe yayın yapmaya başlar. Türkiye rahatsız olur. Kahire'deki Türkiye Büyükelçisi, Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdül Nasır'a çıkıp yayının durdurulmasını isteyince şu yanıtı alır: “Madem, 'Türkiye'de Kürt yok' diyorsunuz, o zaman Kürtçe yayından ne diye rahatsız oluyorsunuz ki?...

Siviliyle askeriyle, “muhafazakar demokratı”yla “üniter laiki”yle, egemenler ne kadar da aciz! Bazıları, sorunun özünü görmezden gelip bir halkı makarna ve kömürle kandırmaya çalışırken, bazıları ise Kürt halkının ulusal varlığı ve kolektif haklarını inkar edip sorunu tank ve uçakların yanı sıra Türk ve Kürt halklarını birbirine düşürerek de çözmeye çalıştıkça daha da batıyorlar. Sorunun gerçek muhatabı Kürt halkı, Türk işçileri ve emekçileridir. Türkiye işçi sınıfı ve ezilenleri, şimdi bir kez daha bir tarihsel sınamadan geçiyorlar. Türk ulusuna mensup emekçi halk, gençler, aydınlar, ilerici ve devrimci siyasi temsilciler, “Faşist yasaklar değil, demokratik haklar” talebi ile sokaklara çıkabilecekler mi? İstanbul'da gerçekleştirilen basın açıklaması ile ilk adımını attıkları mücadelenin devamını getirebilecekler mi? Faşist devlet, Engin Çeber cinayetinde suçüstü yakalanmışken, hükümet işkence ve yetki tartışmaları arasında sıkışıp kalmış, bakanlık sorumluluğu üzerinden atmak için aileden özür dilerken bu mücadeleyi süreklileştirip kitleselleştirebilecekler mi?

Ve en az bunlar kadar önemlisi: Türk, Arap, Laz, Gürcü, Çerkez, Roman, Ermeni, Abhaz, Süryani işçi ve emekçiler, Aleviler, gençler, aydınlar, onların ilerici ve devrimci siyasi temsilcileri, politik özgürlüklere, söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğüne sahip çıkarken, Kürt halkının ulusal demokratik haklarına sahip çıkabilecekler mi? Golfçu paşalardan, iki yüzlü AKP'den hesap sorabilecekler mi? Kendileri için istedikleri hakları, Kürt halkı için de isteyebilecekler mi? Yani, Kürt halkının uzattığı barış ve kardeşlik elini tutup, Kürt halkı ile faşizme karşı omuz omuza verebilecekler mi?Şimdi, çözümünü bekleyen sorular bunlardır.

(Atilim Gazetisinde aktarma)