Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

“DÖRT AYAKLI AKILSIZ KÜRTLER VE ONLARIN EŞKIYA LİDERLERİ”

85 değil  170 yıllık sorun

Kürt sorununa dair tartışmalarda, sorunun Cumhuriyet’in ulus devlet projesiyle birlikte başladığı, çoğu kez de Kürt sorununun  “85 yıllık bir sorun” olduğu dile getirilir. Ancak Ahmet Kardam Kürt sorununa modern Cumhuriyet’in “katkılarını” incelemeden önce Cumhuriyet öncesi Kürt sorununu bilmek gerektiğini söylüyor.

 

Ama Kürt sorununa ilişkin Osmanlı’nın tutumu ve Osmanlı’da Kürt sorunu konusunda elimizde fazla da bir bilgi yok. 

 Çünkü “Kürt sorununun Osmanlı dönemindeki özellikleri, boyutu, vb. konusunda bugüne kadar söylenenler esas olarak söylencelere dayalı malzeme üzerine inşa edilmiştir.”Ahmet Kardam bu bilgi eksikliğinin nedenini araştırmacıların tembelliğinden çokOsmanlı arşivlerinin araştırmacılara ancak son birkaç yıldır açılmış olmasına bağlıyor.

İşte açılan bu arşivlerde yaptığı araştırmaları kitaplaştırma çalışması içinde olan Ahmet Kardam,  belge ve araştırmalarının bir kısmını, Sinan Hakan’ın “Osmanlı Arşiv Belgelerinde Kürtler ve Kürt Direnişleri” kitabından da yararlanarak,  BirGün okurlarıyla paylaşmayı kabul etti.

 

Ahmet Kardam bu yazısında Osmanlıdan Cumhuriyete miras kalan Kürt sorununun ilk biçimlenişi konusundaki bazı bulguları çok özet olarak anlatmaya  çalışıyor. Kardam’a göre, sorun “85 yıllık değil 170 yıllık” bir sorun.

  Kardam’ın Cumhuriyet bir kopuş mu yoksa süreklilik mi tartışmalarına da ufak bir katkısı var: Cumhuriyet rejimi Osmanlının Kürt sorunu konusundaki yaklaşımını aynen devralmış ve onu daha da ‘zenginleştirmiştir’. ***Cumhuriyet rejimi Osmanlının Kürt sorunu konusundaki  yaklaşımını aynen devralmış ve onu daha da “zenginleştirmiştir”. Yani, aslında, 80 yıllık değil, 170 yıllık bir sorundan söz ediyoruz. Şimdi, Cumhuriyetin 85. yılında ve 21. yüzyılda, 170 yıllık Kürt sorununun neresinde duruyoruz?.... AHMET KARDAM Kürt sorunundan söz ederken, başlangıç noktası olarak genellikle 1925’teki Şeyh Sait isyanına atıfta bulunuyoruz. Bu durum, Kürt sorunundan sadece “Cumhuriyet’in hâlâ çözüm bekleyen 80 yıllık sorunu” olarak söz etmemize neden oluyor. Oysa sorunun kökleri Cumhuriyet’in ilk yıllarına değil, Osmanlı İmparatorluğunun 1830’lu yıllarına, Tanzimat Fermanına kadar uzanır.

Yani, aslında, 80 yıllık değil, 170 yıllık bir sorundan söz ediyoruz. Böyle kısa bir yazıda Tanzimat Fermanından (1839) Cumhuriyetin ilanına (1923) kadar, Osmanlının son döneminin tamamını ele almak elbette mümkün değil. Ama yazının hacmi buna izin verseydi bile, böyle bir şey kanımca yine de yapılamazdı. Çünkü Kürt sorununun Osmanlı dönemindeki özellikleri, boyutu, vb. konusunda bugüne kadar söylenenler esas olarak söylencelere dayalı malzeme üzerine inşa edilmiştir. Bunun nedeni de, Osmanlı arşivlerinin araştırmacılara ancak son birkaç yıldır açılmış olmasıdır. Osmanlı dönemindeki Kürt sorununa ilişkin, arşiv belgelerine dayalı, benim bildiğim ilk ve henüz tek çalışma Sinan Hakan’ın 2007 yılında yayınlanmış kitabıdır (Osmanlı Arşiv Belgelerinde Kürtler ve Kürt Direnişleri (1817-1867), Doz Yayıncılık, İstanbul, 2007). Onun bu değerli çalışmasından da yararlanarak, beşinci kuşak torunlarından olduğum Cizre-Botan miri Bedirhan’ın (1806?-1869) hayatı konusunda Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde (BOA) yaptığım kendi çalışmamdan hareketle, Osmanlıdan Cumhuriyete miras kalan Kürt sorununun ilk biçimlenişi konusundaki bazı bulguları çok özet olarak paylaşmaya çalışacağım.

 

Bugünkü Kürt sorununu ilk biçimlenişi, 19. yüzyılla ve özellikle 3 Kasım 1839 günü ilan edilen Tazminat Fermanı’yla başlamıştır. Osmanlı döneminde Kürdistan olarak kabul edilen coğrafya, kuzey-güney doğrultusunda, Erzurum’dan başlayarak, Van, Hakkari, Cizre, Amidiye, Musul, Şehrizor, Harir, Erdelan, Bağdat, Derne ve Basra’ya kadar uzanıyordu. Bu şeridin doğu yakası İran hududundaki Harir ve Erdelan’a; batı yakası da Halep ve Şam’a ulaşıyordu. İran ile Osmanlı arasındaki bu tampon bölgede yaşayan Kürtler ile Osmanlı arasında, 16. yüzyılın ortalarında (Sultan Selim zamanında) şöyle bir denge kuruldu: Feodal Kürt beylikleri kendi içişlerinde tamamıyla özgür olacaklar, Osmanlıyla ilişkileri esas olarak vergi vermekten ibaret kalacaktı. Bu “klasik dönem” dengesi 19. yüzyılın başına kadar, 350 yıl devam etmiştir.

 

19. yüzyılla birlikte, Osmanlı imparatorluğunun, Avrupa’daki sanayi devrimine tepki olarak başlattığı devleti merkezileştirip modernleştirme çabaları, Kürdistan’a Kürt beyliklerinin iç işlerine müdahale, vergi yükünü artırma, beylikleri kendi denetimi altına alma çabaları biçiminde yansımış ve yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren bölgede Kürt beyliklerinin vergi vermeme, Osmanlı’yı dikkate almama, beylik sınırlarını genişletme, vb. gibi direnişleri ve üzerlerine gönderilen askeri birliklerle savaş biçimini alan isyanları başlamıştır.

  

KÜRT ULUSAL UYANIŞI

 

Cizre-Botan miri Bedirhan’ın liderliğinde oluşan “Kürt mir ittifakı”nın direniş ve isyanı bunların en önemlisidir. Kanımca, bu direnişin bu kadar önemli yapan başlıca iki neden vardır. Birincisi,  Osmanlının Kürdistan’daki 350 yıllık geleneksel yapıya son verme girişimine karşı, Kürdistan coğrafyasının o güne kadar görülmemiş büyüklükte bir bölümünü kapsayan bir direniş olması ve 19. yüzyıldan 20 yüzyıla geçiş döneminde yükselen Kürt ulusal uyanışına kaynaklık etmiş olmasıdır. İkincisi, 4 Temmuz 1847’de elde ettiği başarıyla “Kürt sorununu” çözdüğünü sanan Osmanlının, aslında’ne, sorunu çözmek bir yana, Türkiye Cumhuriyetine miras bıraktığı Kürt sorununun temellerini atmış olmasıdır.

 Böyle kısa bir yazı çerçevesinde, bu direnişin öyküsünü anlatmak olanaksız.  Burada sadece, “dört ayaklı akılsız Kürtler” olarak tanımlanan halkı bu kadar geniş bir direniş içine sokan nedenler ve “eşkıya” olarak tanımlanan ittifak lideri Bedirhan Bey üzerinde kısaca durmak istiyorum.

3 Kasım 1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla birlikte ve İngiltere, Fransa ve Rusya’nın desteğiyle, Osmanlı devleti, bilinçli bir tercihle, özerk Kürt beyliklerini yok etmeye yönelmiş, bu karar ve uygulama bölgedeki Kürt beyliklerinin çok büyük bir kısmı ile Osmanlı devletini o güne kadar hiç olmadığı kadar karşı karşıya getirmiştir. Ayrıca, İngiltere ve Fransa, Tanzimat Fermanında Hıristiyanlara tanınan yeni hakları kendilerine dayanak yaparak, önce bölgedeki Hıristiyan Asurileri (Nasturileri) bağlı oldukları Kürt beylerine vergi ödememeye ve geleneksel yapıyı sarsıcı diğer davranışlara kışkırtarak katliamlara neden olmuşlar; ardından da, bu katliamları bahane ederek yaptıkları müdahalelerle,  Kürt sorununa  uluslararası bir boyut da kazandırmışlardır. Kısacası, kurt kuzuyu yemeye ta baştan karar vermiş, iş suyu bulandırmaya kalmıştır.

 

Suyu bulandırma, Osmanlının 1836’dan 1840’a kadar gayet iyi ilişkiler içinde olduğu Cizre-Botan beyi ve yöneticisi Bedirhan Bey’e yönelik suçlamalarla başlamıştır. Bölge valileri, 1841 yılında Hoşap kalesini ele geçirerek direnişe geçen, Van dolaylarındaki Müküs miri Han Mahmud’un başlattığı direnişin arkasında Bedirhan Bey’in olduğunu iddia etmeye başlamışlardır. İki mirin aralarındaki eski düşmanlığı bir yana bırakarak birbirlerini ziyaret edip dostluk ilişkisi kurmalarını bu iddialarına kanıt yapmışlardır.

 

Ama, büyük Kürt ittifakına giden yolu açan asıl olay, Cizre, Botan, Hacı Behram ve Midyat’ın Diyarbakır’dan kopartılarak Musul’a bağlanması, bunlar için Bedirhan’dan istenen verginin artırılması ve böylece Cizre-Botan beyliğinin geleneksel topraklarının Diyarbakır ile Musul arasında bölünmesi kararı olmuştur. Bu gelişme, 350 yıllık geleneksel özerkliğin rızaya dayanmadan zorla değiştirileceğinin bundan daha açık bir işareti olamazdı. Bedirhan Bey’in bu kararın geri alınması için yaptığı girişimlerin hiçbiri sonuç vermemiştir.

 Osmanlı arşiv belgelerinde, Cizre-Botan beyliğini parçalama kararının tetiklediği büyük Kürt ittifakının temel dayanağını Bedirhan Bey ile Han Mahmud’un oluşturduğu belirtilmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla, tam bir karşılıklı güven içinde yolun sonuna kadar birlikte yürüyen bu iki mirin etrafında örülen ittifak 1845 yılında ete kemiğe bürünmeye başlamış ve 1846 yılı sonlarında azami büyüklüğüne ulaşmıştır. İttifakın belli başlı unsurları şunlardı: Cizre-Botan Beyi mir Bedirhan; Müküs miri Han Mahmud; Han Mahmud’un kardeşleri Han Abdal, Bey Derviş bey ve Abdürrezak bey; Hakkari miri Nurullah; Kisan miri Halid; Spayert beyleri; Vanlı Timurpaşazade Mustafa bey; Muş kaymakamı Şerif Bey; Acaralı Selimpaşazade Kör Hüseyin.  

CİZRE  BOTAN BEYLİĞİ

 

Bu ittifakın tartışmasız liderinin Bedirhan Bey olması bir tesadüf değildi. Bedirhan Bey Cizre-Botan beyliğini ve nüfuz alanını tüm Kürdistan için bir çekim merkezi haline getirmişti. 1840’lı yılların ilk yarısında Kürdistan’da seyahat etmiş, Cizre-Botan’ı görmüş yabancı gözlemcilerin özellikle vurguladıkları noktalardan biri, Bedirhan Bey’in egemenlik alanında o güne kadar görülmemiş bir asayiş ve güvenlik ortamının sağlanmış olmasıydı. Haydutluk, çapulculuk, hırsızlık diye bir şey kalmamıştı. Beylik gelirlerinin bir kısmı yaşlı, sakat, kimsesiz gibi yardıma muhtaç insanlar için harcanıyordu. Dışarıdan gelip beylik topraklarına yerleşenlere ucuz toprak veriliyordu. Onun egemenliği altındaki topraklarda daha iyi tarım yapılıyordu ve köyler komşu beyliklerdekilere kıyasla daha bakımlıydı. Yönetim işleri bir danışma meclisi aracılığıyla yürütülüyor, adalet de bu meclis aracılığıyla dağıtılıyordu. Kürdistan’ın hemen her yerinden aşiret reisleri kendisini ziyarete geliyor, çeşitli hediyeler sunuyorlardı. Bedirhan Bey’in kendi anlatımına göre, nüfuzu o kadar artmıştı ki, İran Şahı bile hediyeler göndererek gönlünü almaya çalışıyordu. Osmanlının Bedirhan Bey ve bölge hakkında istihbarat toplasın diye 1844 yılının başındaı bölgeye gönderdiği Kemal Efendi yazdığı raporda, “diğer Kürt beylerini yanına çeken, onları adeta kendisine tabi kılan Bedirhan Bey’in, nüfuz ve şöhretini hayli artırarak, gerektiğinde etrafına 15-20 bin asker toplayacak hale geldiğini” bildirmektedir. 1846 yılında, Bedirhan Bey’in egemenlik ve nüfuz alanı, Cizre-Botan beyliğinin geleneksel sınırlarının dışına taşarak, Musul, Sincar, Viranşehir, Siverek, Diyarbekir, Siirt, Van, Şino, Urmiye, Mahabad ve Revanduz’u da kapsar hale gelmişti. Cizre-Botan beyliğinde ve muhtemelen diğer egemenlik alanlarında da kendi adına hutbe okutuyordu. Bir iddiaya göre, kendi adına para bile bastırmıştı. Bedirhan Bey, büyük Kürt ittifakının liderliğini ve tüm tazeliğiyle bugün de yaşayan efsane kişiliğini bu yönetim başarısına borçludur.

  

KÜRT MİRLERİ VE FEODALİTE

 

En güçlü olduğu 1846 yılı sonunda bile Bedirhan Bey olası bir çatışmayı önlemek, sorunu barışçı bir biçimde, kan dökmeden çözebilmek için girişimlerde bulunmuştur. Babıâli’nin istihbarat toplamak amacıyla bölgeye gönderdiği İsmail Nazım Efendi’yle görüşerek, onunla birlikte hazırladıkları bir anlaşma önerisinde bulunmuştur. Altı maddelik bu barış teklifinde, Cizre mütesellimliğini bırakıp bir kenara çekilmeye bile razı olmuştur. Benzer bir yazılı barış önerisini, daha sonra, Nisan 1847’de, Musul’daki İngiliz Konsolosu aracılığıyla da yapmıştır. Fakat Osmanlı devleti özerk Kürt beyliklerine son vermeye kararlıydı. Bu barış önerilerini “zaman kazanmaya yönelik, samimiyetten uzak manevralar” olarak değerlendirip dikkate almadı. Sonuçta, önce ittifakı oluşturan Kürt mirleri arasındaki feodal kıskançlıkları, eski düşmanlıkları, rekabet duygularını kullanarak Bedirhan Bey ile Han Mahmudu yalnızlaştırdı, ardından hem kuzeyden hem güneyden başlattığı saldırıyla ikisini de, 4 Temmuz 1848 günü, teslim olmak zorunda bıraktı.

 Kürt mir ittifakının çözüldüğü ve Bedirhan Bey ile Han Mahmud’un teslim oldukları haberinin İstanbul’a ulaşması üzerine toplanan Meclis-i Has’ta, Babıâli’de ve sarayda tam bir bayram havası esmekteydi. Durumu görüşmek üzere toplanan Meclis-i Has şu tespitlerde hemfikirdi:“Veli nimetimiz padişahımız efendimize böyle nice nice fetihler nasip olsun! Aslında fiilen birtakım zalim ve serkeşlerin elinde olan Kürdistan’ın tamamının fethedilmesi, ikinci bir vak’a-i hayriyedir. [Birincisi yeniçeri ocağının dağıtılmasıydı.] Bedirhan Beyi ve ailesini ve yardakçılarını Kürdisitan’da bırakmak doğru değildir. Bunların hepsinin oralardaki köklerini kazımak şarttır.”

Sadrazam Mustafa Reşit Paşa Meclis-i Has’daki bu görüşleri 28 Temmuz 1847 tarihli bir tezkereyle Padişah Abdülmecid’e sunmuş, padişah tezkereyi basitçe onaylayabilecekken, hızını alamayarak aynı görüşün altını bir kez daha çizmek gereğini duymuştur:

 

“Cüret ettiği isyan ve yaptığı kötülükler bakımından, Bedirhan Bey’in ve ailesinin ve emsallerinin ve avenesinin o bölgede bırakılması asla ve kat’a caiz değildir. Bunların tümünün oralardaki köklerinin derhal kazınması neredeyse bir farzdır.” (BOA / Fon: İ.MSM. / Dosya: 50 / Gömlek 1281)

  

OSMAN PAŞA’NIN DAPORU

 Aynı günlerde, Bedirhan Bey ile Han Mahmud, Cizre’ye 30 kilometre kadar uzaklıktaki Dergül kazasında, Samsun üzerinden İstanbul’a ve oradan da sürgün yerlerine gönderilmek için bekletilirken, onları teslim alan Anadolu Ordusu Komutanı Osman Paşa’da Kürt sorunu konusundaki bu temel yaklaşımın ve politikanın ana hatlarını biraz daha ayrıntılandıran bir rapor yazmaktadır:

“Botan ile Van tarafları sıkıntıdan tamamıyla arındırılmış ve fitne ve zülüm alevinin kıvılcımlarından eser kalmamıştır. Bedirhan"ın tuttuğu yolun kötülüğü tarif edilecek gibi değildir. Bağımsız bir hükümet kurma düşü bir yana, temiz yürekliliğe ve kulluğa sığmazlığı aklın alamayacağı boyutlara ulaşmış ve fesada batmış zihninde birtakım batıl fikirler ve melun ve boş hayaller dolaşmaktadır. O bakımdan, gerek kendisinin ve gerekse hain avenesinin bundan böyle buralara asla ayak basmalarına izin verilemez. Bunların aldatıcı ve her türden ihanet ve eşkıyalıkla dopdolu kalplerinde insaf ve merhamet yoktur. Bunlar öteden beri bu civarda çevreleri geniş kişiler oldukları gibi, çoğu Kürt taifesi de dört ayaklılar gibi olduklarından ve sözü geçen kişilerin eşkıyalığa sevk edici sözlerinin peşinden gidip onların yerini alacaklarından, diyelim bundan 20 sene sonra içlerinden biri affedilip bu semtlere gelecek olsa, akılsız Kürdistan ortamında çeşitli karışıklıklar yaşanabilir. Han Mahmud’un cibilliyeti gereği azgınlık ve isyana kalkışması dikkate alındığında, bunların asla ıslah olmayı kabul etmeyecekleri kanıtlanmıştır. O nedenle, bundan sonra sürgün edilecekleri yerlerde sürekli koruma altında tutulmaları ve yazışıp haberleşmeye bile fırsat bulamamaları şarttır.” (BOA / Fon: İ.MSM. / Dosya: 51 / Gömlek: 1293)

 

Osmanlıya direnen ve isyan eden Kürt liderlerinin sürgün edilmeleri elbette ilk kez görülen bir şey değildi. İlk kez olan şey, benim bildiğim kadarıyla, bir Kürt direniş ve isyan’nın bastırılması üzerine devlet katında ilk kez böyle bayram yapılıyor ve “Kürt sorunu’nun” ilk kez böyle resmi bir politika halinde formüle ediliyor olmasıydı.

 Amacı sadece Osmanlının “dört ayaklı akılsız Kürtler ve onların eşkıya liderleri” olarak özetlediğim Kürt politikasının kaynağını göstermek ve bu politikanın hangi olay üzerine ve nasıl bir halk ve liderleri için geliştirildiğine kısaca işaret etmek olan bu yazıyı burada kesiyorum.Cumhuriyet rejimi Osmanlının Kürt sorunu konusundaki bu yaklaşımını aynen devralmış ve onu daha da “zenginleştirmiştir”. Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekir. Osmanlı Kürtlerin varlığını hiçbir zaman inkâr etmemiş, onları şiddete dayalı uygulamalarla, idam sehpalarıyla, dil yasaklarıyla, “Kürt yoktur” iddialarıyla acılı bir asimilasyona tabi tutarak yok etmeye teşebbüs etmemişti. Bunlar modern Türk devletinin katkılarıdır. Şimdi, Cumhuriyetin 85. yılında ve 21. yüzyılda, 170 yıllık Kürt sorununun neresinde duruyoruz? “Aaa, meğer ülkemizde Kürt denen insanlar ve Kürtçe diye bir dil de varmış”ın ötesine ne kadar geçebildik?  
 

 

Kaynak: Birgün Gazetesi