Sosyal paylaşım sitesinde "Ana dili Kürtçe olupta Kürt olduğunu kabul etmemek" başlığı altında bir tartışma başlatmıştım.Aslında bu bir tartışmadan ziyade neden böyle düşünülüyor? sorusuna yanıt aramak istedim. Konu bir hayli ilgi gördü ve hiç düşünmediğim yaklaşım ve düşüncelerde geldi, bende bu paylaşımları siz değerli okuyucularla paylaşmak istedim.Bakınız neler yazılmış:
Alevilik; Hak-Muhammed- Ali anlayışını tasavvufi ve batıni anlayışla yorumlayıp, insanı merkez alan ve insanı aşkla yoğurup insan-ı kamil olgusuna ulaştırmayı hedefleyen yol erkanının adıdır.Bu yol, erkana göre Hak insanı kendi suretinden yarattı, nurundan nur kattı ve bu yolda aslolan nefsini bilip bu nuru açığa çıkarmaktır.Bu inanç sistemi ibadette şekil, zaman ve mekan gözetmez; inancı bir kalıba sokmaz.Kimseyi ötekileştirmez, insanın gönlünü Hakkın evi olarak görür ve bir taşını yıkamaz, zalimlerle birlikte yaşamayı alçaklık, zalime karşı gelerek bulacağı ölümü yücelik sayar, bundan dolayıdır ki kıldan ince kılıçtan keskindir.Alevilik tarihsel süreç içerisinde mevcut vasıfları itibariyle her türlü iktidar odağı tarafından tehdit olarak algılanmış, kıyımlara, katliamlara, hakaretlere maruz kalmış; bu arada muktedirlerin korkulu rüyası olmayı 21. Yüzyıla kadar sürdürmüştür.
Küreselleşen dünyada, bilginin kolay ulaşılabilir olduğu bu zaman diliminde böyle bir inancı asimile etmek her ne kadar zor olsa da deformasyona uğratmakta bir o kadar kolaydır.Tarih iktidarlara şu dersi vermiştir ki bir toplumu tepeden inmeci bir anlayışla kökten değiştirmeye/asimile etmeye çalışmak, etki-tepki yasası gereği aynı şiddetle karşılık bulacaktır.Daha somut bir örnek vermek adına kaynar bir suya kurbağayı atarsanız kurbağa can havliyle zıplayıp kaçacaktır, yalnız ılık bir suya katıp yavaş yavaş kaynatırsanız kurbağada bir tepki göremeyeceksiniz. Yani taviz tavizi doğuracak ve sona geldiğinde kendinizden bir şey bulamayacaksınız.
Bu bağlamda güncel olayları değerlendirecek olursak ilk taviz nere de verilmiştir?Cami-Cem evi projesinin amacı nedir, neyi hedeflemektedir? Alevilikteki bu parçalanmışlık nasıl yok edilir?Bu soruların cevaplarını kişiler ve olaylar ışığında cevaplandırmaya çalışalım.İnanç bir sosylojik olgu ve her sosyolojik olgunun da bir tarihsel temeli olduğuna göre, bugünü anlamaya dünden başlamak adına tarihte kısa bir gezintiye çıkalım.
Dört halife döneminin en çetin iktidar savaşı Muaviye ile Hz.Ali arasında yaşanmıştır.O dönem içersin de cami kavramı olmayıp, sadece minaresiz ibadethaneler olan mescitler bulunmaktaydı.Bu iktidar savaşı boyunca iktidar savaşını şahsi menfaati gereği inancı siyasallaştırarak sürdürmek isteyen Muaviye, mescitlerde Cuma namazları vaazlarında Hz. Ali’ye ve ehlibeyte küfrettirmiş, böylece toplum ibadethanelerini ayrımaya başlamış en nihayetinde ikiye bölünmüştür.Ekilen nifak tohumları toplumda ayrışmaya, bölünmeye yol açmış, bugün bile süren mezhep savaşlarının tarihsel zeminini oluşturmuştur.Burdan da çıkarabileceğimiz en net yargının da bir inancın başına gelebilecek en kötü olayın o inancın siyasallaştırılması ve şahsi ihtiraslara alet edilmesi olduğudur.
Cami-Cem evi projesinin temellerini atan taraflardan olan Cem Vakfının en belirgin özelliği Kemalist ideoloji ile olan ilişkisidir.Tabi ki her bireyin bir ideolojisi, siyasi çizgisi vardır fakat burada ki sıkıntı inancı ideolojiye eklemlemektir.Cem evlerinde Hz.Ali’nin resminin yanına Mustafa Kemalin resminin asmakla ideolojinizin propagandasını yapar ve bazı kesimlere şirin görünebilirsiniz, işte tam bu noktada ideolojik ayrışmayı başlatır ve Cem evlerini bölersiniz.Sonra Hakk için dönülen aşk halinin tecellisi olan semah ,bir başka siyasi çizgi tarafından kendileri için önem arz eden siyasi bir kişilik adına semah ‘’etkinliği’’ düzenler.Sonra başka biri de devlet kademesinin en üst düzeyde gerçekleştirdiği cem evi ziyareti için semah yaptırır.Sonra diğer birileri klip yapar ve klibine görsel anlamda çekicilik katma adına fonda semah yaptırır.İnancınızın mihnek taşlarından olan semah, Hakk için dönülen aşk halinin tecellisi olan semah köy seyirlik oyununa döner ve en sonunda da akıllara şu soru gelir ‘’yol nerede kaldı’’?
Cami- Cem evi projesine gelecek olursak ise bu projenin aktörlerinden olan Anayasa hukukçusu Prof. Dr. İzzetin Doğan bir televizyon kanalında katıldığı bir programda gerekçe olarak bu projenin devletle değil bir ‘’sivil toplum’’ kuruluşuyla yapıldığını, orta doğudaki son mezhep savaşları göz önüne alınarak bir toplumsal barışın zeminini oluşturma adına önyargıları kırmak için yapılacağını söylüyor ve bu projeye karşı çıkanları ise ‘’cehaletle’’ suçluyor. Öncelikle değerli bir ‘’akil’’adam olan İzettin Doğan’ın cahillere şunun cevabını vermesi gerekir.Dünya da bir tek örneği daha var mıdır ki bir sivil toplum kuruluşunun devletin kolluk kuvvetleri, milli eğitimi , adalet kurumları, sağlık kurumları içersinde organize bir oluşumu olsun ve aynı zamanda arkasında güçlü bir sermaye ve medya gücü olsun?Bahse konu olan bir sivil toplum kurumu değil bizzat iktidar ortağı, devlet odağı olan bir kuruluştur. Uluslararası ilişkileri gayet ‘’derin’’ olan bu sivil toplum kuruluşun lideri olan hoca efendinin efendileriyle olan ilişkilerini incelmenin külliyatlar devirmek anlamına geleceğinden detaya girmek sadece malumun ilanı olacaktır.Şunu belirtmek gerekir ki ‘’Hoca efendinin’’ Aleviliği dinsizlik olarak gören beyanatları sanal ortamda gün gibi ortadayken bu ‘’iyi niyetli’’ girişimi açıklamak gerçekten de zor olsa gerek.
Gelelim toplumsal barış iddiasına. Defalarca iç savaş çıkarma adına katliamlara uğrayan Alevilerin kanla, savaşla, öç almayla işleri olmaz, bunu Cami-Cem evi projesinin yüzü suyu hürmetine değil, ilke edindikleri incinsen de incitme felsefesi uğruna yaparlar.Toplumsal barış ise toplumsal uzlaşı ile olur.Toplumsal barış sembollerle, binalarla ve kişilerle değil yasalarla teminat altına alınır.Bir Anayasa Profesörünün hiçbir anayasal statüsü olmayan, yani devlet tarafından kabul edilmeyen bir inancın ibadethanesinin , milyarlarca lira ile desteklenen başka bir inancın ibadethanesinin yanında olması ile nasıl bir eşitlik ve toplumsal barış oluşturacağını, eğer açıklaması var ise, açıklaması gerekir.
Saçmalığın izahı olamaz diyerek bu konuya geçtikten sonra kültür evi meselesine kısaca değinelim.Hz. Muhammed dönemindeki mescitin misyonu sadece ibadet ile sınırlı değil aynı zamanlarda toplumsal eğitim ve irşad merkeziydi.Osmanlı dönemindeki alevi dergahlarının misyonu da buydu.Günümüzde kültür evi ile bu vurgulanmak isteniyorsa ‘’kültür evi’’ kelimesinin gücü bu durumu açıklamaya yetmez ve cem ibadetini ‘’kültürel faaliyet’’ olarak görenlerin ekmeğine yağ sürer.Önemsenmesi gereken ama başka bir parçalanma meselesi olmadan tartışılması gereken bir konudur.Bu konu başlı başına bir yazının konusu olduğundan şimdilik bu kadarla yetinelim ama şunu da belirtelim ki; sırf bu başlık üzerinden yapılacak eleştirilerin insaf dozunun iyi ayarlanması gerekir.
Bunca sıkıntı içersin de ise çözüm yine Aleviliğin içersindedir.Bütün Alevi vakıf ve Derneklerinin tek çatı altında toplanmalı, bu yolun sahipsiz olmadığı gösterilmeli ve her türden siyasi oluşumun Aleviliği kendi menfaatleri uğruna kullanmasının önüne geçmek için siyaseti inancın dışında tutulması temel ilke olduğu belirtilmelidir. Bu parçalı bir görünüm ve yarım ağızla değil bütün alevi ocaklarının öncülüğünde alevi kesimlerin gerçekleştireceği büyük bir toplantıda deklare edilmelidir.
Kimsenin kişisel çıkarları, ideolojik görüşleri yüzünden bu inancı Tar u Mar etmeye hakkı yoktur. Son söz olarak eğer Alevilik dile gelse büyük ihtimalle Nef’i nin şu beyitni söylerdi; ‘’Ne dünyadan safa bulduk ne ehlinden recâmız var / Ne dergâh-ı huda’dan maada bir ilticamız var’’.
Barışa giden yolda 9 ay geride kaldı.
İyi olan: Silahlar patlamıyor, cenazeler gelmiyor.
Kötü olan: Hükümet üzerine düşen sorumlulukların gereğini yerine getirmiyor.
Sanıyor ki silahlar sustu Kürt sorunu da çözüldü. Oysa silahların susmasının sorunun çözüldüğü anlamına gelmediğini daha önceki 8 ateşkesten biliyoruz.
Hükümet 9 aylık zamanı hoyratça kullandı ve bütün uyarılara rağmen adım atmadı. Sandı ki sonsuz zaman sahip. Oysa Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık, 1 Eylül ve 15 Ekim‘in son tarihler olduğunu defalarca açıkladılar ve hükümetten adım atmasını istediler.
1 Eylül’e on gün kaldı ancak ortada atılmış tatmin edici bir adım yok. Sorunun çözülmesi için çok yol alınması gerekiyor. O yolda hükümet barikat kurmuş, sürecin ilerlemesini engelliyor.
Sadece adım atmamakla kalmıyor, aynı zamanda muhatabına saygılı davranmıyor, şantaj ve tehdit dilini de kullanmaya devam ediyor. Çok sıkıştığında ise defalarca hüsranla sonuçlanmış özel savaş politikasına başvuruyor.
Erdoğan’ın başdanışmanı Yalçın Akdoğan aynen bunları yapıyor.
Rojava’daki Kürt halkının özerklik talebini ‘ulusal tehdit’ olarak gösteren ve bunun bertaraf edilmesi için çetelere açık destek veren Akdoğan, Star gazetesinde ‘PYD üzerinden stratejik rol tahayyülü’ başlıklı yazısında bu uğursuz rolünü sürdürüyor.
KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık’ın ‘ikinci aşamaya geçilmezse süreç biter’ açıklamasının savaş tehdidi olduğunu ve hükümetin buna ‘eyvallah etmeyeceğini’ söylüyor.
‘Entegre Strateji’, ‘Sri Lanka Modeli’nin mimarlarından Akdoğan’ın ‘Eyvallah etmeyiz’ cümlesinin altında saklı olan mantık açık: Devletin askerini, polisini Kürtlerin üzerine sürerim, dağları taşları bombalarım, katliam yaparım demek istiyor. Akdoğan yeni bir şey önermiyor, savaşın yolunu gösteriyor.
Yazıda bakın ne diyor Akdoğan:
‘’AK Parti iktidarının bugüne kadar Kürt meselesine yönelik attığı her adım örgüt tarafından ya görmezden gelindi, ya küçümsendi ya da kendi mücadelesinin sonucu gibi gösterildi. En son Bayık, “göstermelik ve kandırma amaçlı paketlere” başvurulduğunu ve oyalama adımları atılacağını söyleyerek hükümetin çalışmalarına karşı negatif bir algı üretmeye çalıştı.’’
Hükümet hangi adımları atmış ya biz bilmiyoruz ya da bildiğimiz halde inkar ediyoruz!
İmha operasyonlarının durması dışında hangi adım atıldı, kalıcı barış ve çözüme uygun koşulların yaratılması için gerekli yol temizliği mi yapıldı? Hangi yasal ve anayasal düzenlemelere gidildi, ikinci aşamanın başlıklarına ne oldu? Hükümet gerçekten ne yaptı?
Paketle ilgili söylenen “göstermelik ve kandırma amaçlı” tespiti zoruna gitmiş.
Erdoğan Türkmenistan dönüşü gazetecilerle yaptığı açıklamada adı geçen pakette elle tutulur bir şeyin olmadığını kendisi beyan etti.
‘Anadilde eğitim olmaz, biz ona karşıyız’, ‘Yüzde on barajı inmez, biz ona karşıyız’, ‘Genel af asla olmaz, ona karşıyız’ demedi mi?
Bu sözlerden sonra Sayın Bayık’ın ‘bu paket göstermelik ve kandırma amaçlıdır’ demesinden daha doğal ne olabilir ki?
Söyledikleri şudur: Kimse hak hukuk istemesin. Herkes boyun eğsin. İstiyorlar ki sonsuza kadar böyle gitsin onlarda iktidarda kalsın ve el ayak öptürsünler.
Şimdi Akdoğan’ın ileri sürdüğü ‘ulusal güvenlik’, ‘bölünürüz’, argümanları 30-40 yıldır süren savaşın ve akan kanın sebebidir. Bu işin ‘ABC’ sidir.
Sormazlar mı? Barışın sağlanması, Kürtlerin her halk gibi evrensel bir hak olan anadil de eğitim görmeleri neden ulusal güvenliğinizi tehdit ediyor? Yüzde on barajının düşürülmesi demokrasinin güçlenmesi, temsilde adalet sağlamak olduğu halde, neden diktatörlerin savunduğu ‘istikrarsızlığın unsuru’ tezine sığınıyorsunuz?
Oysa ‘istikrarsızlığın’ da, savaşın da nedeni sizin vazgeçmek istemediğiniz, sürdürmek istediğiniz ancak sürdürülebilirliği ortadan kalkmış imtiyaz ve politikalarınızdır. Bu politikalarla netice alınmış olsaydı son otuz yıldır süren savaşta alınırdı. Ki bu savaşın son 11 yılı size ait.
Sayın Öcalan’ın konumunun ‘araçsal’ değil ‘stratejik’ olması gerektiğini söylemesi de Akdoğan’ın kanına dokunmuş olacak ki şunları yazıyor:
‘’PKK’nın eylemsizlik kararı, Türkiye’yi terk etmesi ve silah bırakması gibi adımların atılmasında Öcalan’ın ne kadar etkili olduğu ve nihai noktaya ulaşılıp ulaşılamayacağı henüz belli değil.’’
Kibarlaştırmaya hiç gerek yok buna yalancılık denir.
Sayın Öcalan esir askerlerin serbest bırakılmasını istedi, gereği yapıldı. Ateşkes ilan edilmesini istedi, gereği yapıldı. Gerillanın geri çekilmesini istedi, gereği yapıldı.
Bu üç örnek kendi başına Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın gücünü, saygınlığını kanıtlamaya yeter: Tabi anlayan ve anlamak isteyen için.
Akdoğan ‘’PYD’nin Suriye’de yaşanan kaosu fırsat bilerek yakın zamanda bir statü elde edeceği tahayyülü, Türkiye’deki demokratik reformları küçümseyen bir tatminsizlik ve şımarıklık üretiyor’’ diyor.
Kürt sorunu çözmek isteyen bir hükümetin danışmanlığını yapan Akdoğan bu söyledikleriyle halen Rojava’nın çözüm sürecinin bir parçası olduğunu, Rojava ile savaş, Kuzey’le ‘çözüm’ politikasının iç içe yürüyemeyeceğini anlamayacak kadar öngörüsüz, tarih bilincinden yoksun ve vizyonsuzdur.
Akdoğan yazısının sonunda “AK Parti iktidarı ise tüm gelişmeleri yakında takip ediyor ve Türkiye’nin çıkarlarını en üst düzeyde korumaya çalışıyor” diyor.
‘Bu üst düzey çıkarlar’ içinde Rojava’da katliamı sürdürmek, Kürt halkının varlığını ‘ulusal güvenlik sorunu’ olarak görmek, çözüm sürecini akamete uğratmakta var mıdır acaba?
Acaba Akdoğan kendi kişisel kariyeri de dahil olmak üzere, AKP hükümetinin geleceğinin çözüm sürecinin nasıl sonuçlanacağıyla çok sıkı bir bağ içinde olduğunu biliyor mu? Bunun idraki içinde mi?
Kaynak:ANF
An itibarı ile içinde bulunduğumuz süreç, süreç nihayete erene dek biz şimdilik yalnızca süreç demekle yetinelim, ciddi politik riskleri içinde barındıran ve geçmişteki süreçlerle kıyaslandığında çok daha ciddi ilerleyen, çok daha umut barındıran bir süreç olma özelliğini taşıyor.
Bu sürecin siyasal iktidarın dönemsel siyasi çıkarları uğruna yaptığı görüşmelerden olması mümkün görünmüyor, çünkü ne Kürt tarafı bu oyuna bir daha gelir ne de siyasal iktidarın bu riski göze alabilecek durumu var. Zira ana akım medya tarafından sistematik bir şekilde pompalanan umudun, kurulan hayallerin yıkılması sonucunda altında kalınacak enkazdan kimse sağ çıkamaz.Bu saaten sonra böyle bir riski kimse göze alamaz.Bölgesel ve siyasal konjonktürün çözüm için hiç olmadığı kadar uygun şartları barındırdığını da belirtmek gerekir.
Bu güncel değerlendirmeyi yaptıktan sonra ‘Tarihten ders alınsaydı, tarih tekerrür etmezdi’’ diyerek bugünü geçmişle mukayese etmek adına takvimi biraz geriye alalım.Birinci dünya savaşı sonrası girişilen mücadelede, Kürtler Türklerin yanında yer alarak emperyalist bloğa karşı mevzilenip, Türkiye halklarının ortak mücadelesinde şerefli bir yerde durmuştur.Her ne kadar daha sonradan dönemin iktidarı tarafından estirilen şoven rüzgarlarla, bin pişman ettirilse de.
Anti emperyalistlik idiaasında bulunan Kemalizm’in batıcılık sevdası yüzünden emperyalizmin en son ve en özelleşmiş hali olan kapitalizme kucak açmasının tarihsel çelişkisi gün gibi ortada dururken bile, Kürt siyasal hareketleri 1921 ruhuna sırtlarını dönmemişlerdir. Bilakis çözümü ısrarla ve inatla 1921 ruhunda aramışlardır.Bunun bugün de böyle olması elzemdir.Eğer çözüm dünya kapital sisteminin altın tepsisiyle dayatılıyorsa, Kürtlere yakışacak olan tek şey onu boşa çıkarmaktır.Peki nedir bu altın tepside sunulan çözüm?Bunu anlamak için önce Orta doğudaki gelişmeleri incelemek şarttır. Dünya emperyal sisteminin yeni projesinin suudi-islam ekolü ekseninde şekillendiği açıktır.Anti-Amerikancı Şii bloğun karşısına İsrail ve ABD işbirlikçisi Suudi ekolünü yerleştirmek istemesi bu durumun tezahürüdür.Ortadoğudaki yeni düzenin siyasal İslam paralelinde oluşacağı gün gibi ortadadır.
İslamın ya da en genel anlamda din kavramının birleştirici rolü sosyolojik bir gerçekliliktir. Düşündürücü olan şey ise Marksist-Leninist ideolojinin toprağında düşün dünyasını şekillendiren Öcalan’ın bunu merakla beklenen mektubunda vurgulayarak dillendirmesidir. Bahar gelmişse eğer ilk görmek isteyeceğiniz şey kendi bahçenizdeki çiçeklerin açmasıdır.Aksi halde sukutu hayal kaçınılmazdır.
Bu bağlamda değerlendirmeye tabii bir diğer hususta mektupta bir çok noktaya temas edilirken Aleviliğe vurgu yapılmamasıdır.Kürt hareketi içinde bedellerin birçoğunun Dersimlilerin verdiği düşünülürse bunun haklı bir hayal kırkılığı yarattığı söylenebilir.Bedelden ziyade en önemli hususun barış iklimi ezilmişlerin mağduriyetini giderecekse, Kürtlerin ve bütün ezilmişlerin mağduriyeti Türkiyenin demokratikleşmesiyle mümkün olacaksa, Alevilerin de bu topraklar üzerinde yaşadıkları da düşünülürse Alevilerin durumu göz önünde bulundurulacak kaçınılmaz bir gerçekliktir. Mesele Kürt sorunun çözümü ise Alevi sorunu buna eklemlemek doğru olmaz, sorun demokratikleşmeyse kesinlikle birlikte ele alınmalıdır.Demokratikleşme sorunu ile Kürt sorunu da birbirinden ayrılmaz bir noktada olduğuna göre durumun giriftliği daha çarpıcı bir hal almaktadır. Ama yine de hangi çerçeveden bakılırsa bakılsın bu ülkedeki inanç sorunun çözümü Alevilerin örgütlenmesi ve mücadelesi ile mümkün olacaktır, yoksa hak alma mücadelesi başka yerle havale edilerek nihayete erdirilecek bir durum değildir.
Sorunun çözümü bütün kamuoyunda büyük bir heyecan ve beklenti yarattı, en büyük korku ise Türkiye gibi NATO güdümündeki ülkelerin bu gibi sorunlarının Dünya kapital sisteminin isteği şekilde çözümlemesi, bunun ise halklara özgürlükten çok yeni prangalarına pranga eklemesinden öteye gitmeyecek olmasıdır.Çözüm süreci de çözüm sürecinde geliştirilecek dilde de, bunu mevcut iktidardan beklemek saflık olur, Kürt tarafının sistem dışı alternatif bir strateji geliştirmesi zorunludur.Aksi halde baharı Türkiye Halkları değil de kan emici zihniyet ve onun uşakları görecektir.Bundan dolayıdır ki çözümün dili dinin birleştiriciliğinden çok halkların eşitliği ve 1921 ruhunda aranmalıdır.Çünkü halkların özgürlüğü eşitlikçi ve demokratik yaklaşımlardan geçer.
Bu sorunun demokratik ve eşitlikçi yollarla çözülmesi beklenenin ötesinde olumlu gelişmelere yol açacak olması muhakkaktır.Sorunun çözülmesinin dünya halklarını gerçek anlamda özgürleştirecek olan sınıf mücadelesine çok önemli etkileri olacaktır.Bu sorunun çözümünün yaratacağı psikolojik üstünlüğün devrimci sınıf mücadelelerine kazandıracağı moralin yadsınamaz bir önemde olacağı da unutulmamalıdır.
Her ne olursa olsun bunca acıların yaşandığı bu topraklarda barışa susamışlığın had safhada olduğu böyle bir zaman diliminde, umutsuzluğa kimsenin hakkı da haddi de yoktur.Ama Sokrat misali at sineklerinin olmasından da kimse rahatsız olmamalıdır.
Onur DURMUŞ
Derneğimizin planladığı Kurmeş 2. genbçlik buluşması etkinliğimiz 18-20 Mayıs tarihlerinde Heilbronn kentinde gerçekleştirilecek. Sözkonusu etkinlik Gençlik Buluşması olıunca bir hayli önem kazanıyor. Bir değerleini geleceğe gençleri ile taşır ve geliştirir.Toplumun; ufku açık,ileriici ve devrimci ruhunu en çok gençlik sahiplenir. Tarihte toplumu dönüştürücü tüm yapılanmalarda gençlik ön saflarda olmuştur.
Gençlik bu önemli rolünü oynarken aynı zamanda birçok dış etkilenmelerede açıktır. Eğemenler gençliğin bu özelliğini çok iyi analıi edip,eldeki tüm argumanlarını kullanarak gençliği etkimelemek ve denetimleri altına almak isterler. Zaten eğemenler toplum mühendiliğinde yeteneklerini sonsuz geliştirmişlerdir. Toplumları hedefledikleri gibi gençliğide özellikle hedeflerler. En başta bilim-tekniğin her türlüsünü basını yayını,eğitimi,sporu kullanarak veya etkileyerek gençliği yozlaştırıcı,yanıltıcı ve yabanlaştırıcı etkilere maruz bırakırlar.Eğemenler tarihsel olarak bunu herzaman uygularlar.
ABF 2011-2012 Alevi Raporu'nu açıkladı. Raporun açıklandığı basın toplantısında konuşan Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Selahattin Özel, AKP hükümetinin, teolojik alandan beslendiğini ve Sünniliği devlet ve toplum yaşamının merkezine yerleştirdiğini söyledi.Radikal'den Rifat Başaran'ın haberine göre, hükümetin, cami ve Diyanet merkezli bir devlet ve toplum dizaynı yapmaya çalıştığını ifade eden Özel, “Alevilere yönelik ötekileştiren, ayrıştıran onların başta yaşam hakları olmak üzere temel hak ve özgürlüklerine yönelik her türlü ihlal, aşağılama, saldırı, hakaret içeren olaylar, tarihin her evresinde kesintisiz şekilde devam etti” dedi.
Başbakan Erdoğan’ın, aleni şekilde Alevi ve başka inanç gruplarına hakaret ettiğini savunan Özel, Erdoğan’ın seçim meydanlarında sadece Sünniliği tatmin etmeye çalıştığını ifade etti.
Alevi Raporu, bu yıl ilk kez Türkçe’nin yanı sıra İngilizce ve Fransızca olarak da basıldı. Rapor, farklı ülkelerin ilgili bakanlarına ve sivil toplum örgütlerine de gönderilecek. 2011 ve 2012 yıllarında işlenen hak ihlallerinin yer aldığı raporda, bu iki yıl arasındaki iki kat artış dikkat çekti. 2011 yılında 37 olan kayıtlara girmiş ihlal sayısı, 2012’de 70’e çıktığı vurgulanan raporda, ayrımcılık, hak ihlali, nefret suçu, inkar, baskı, şiddet, hakaret, ve ötekileştirmenin kaynağında kamu ve siyasetin büyük bir ağırlık oluşturduğu belirtildi.
Raporda 2011 yılında bizzat hükümet kaynaklı ihlal sayısı 10 olarak belirtilirken, bunun 9’unun Başbakan Erdoğan’ın “nefret suçu sayılabilecek” söylemlerinden kaynaklandığı belirtildi. Raporda bu durum, Başbakan Erdoğan’ın CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliğine yönelik sözlerle Sünni blok oluşturmak istediği belirtildi.
Rapora göre 2011 yılında kamu kaynaklı ihlal, ayrımcılık, ötekileştirme vakası ve nefret suçu 18 olarak geçti. Siyaset kurumuyla bağlantılı vaka sayısı ise 1 olarak açıklandı. 2012 yılında ise kamu kaynaklı suç sayısı 32. Bunların büyük bir kısmı ise eğitim kurumlarında Alevi öğrenci ve öğretmenlere yönelik uygulamalar. Toplumsal kaynaklı suçların sayısı ise 19.
Bu kapsamda ise Alevi evlerinin işaretlenmesine yönelik olaylar sıralanmış. Yürütme alanına giren vaka sayısı 9, yasama alanına giren vaka sayısı ise 6 olarak belirtilmiş. 2012 yılında Başbakan Erdoğan’ın 6 kez nefret söyleminde bulunduğu belirtildi.
Kürtlerin farklı örgütleri kendi önerlerini Öcalan’a gönderdiklerini açıkladılar. Bu yeni bir sürecin başlaması demektir. Öcalan Kürt tarafından gelen önerileri ve uyarıları bir bakıma Kürt toplumunun hassasiyetlerini ve kaygılarını hesaba katan çok dikkatli bir açıklama yapacaktır. Böylelikle Kürtler için yeni bir süreç başlayacak.
1- Ekosistemlerin Bozulma Nedenleri (Çevre Sorunları) :
Başbakan Erdoğan İmralı’daki görüşmeler konusunda biraz daha kararlı konuşmaya başladı. Ancak buna uygun bütünlüklü bir tutum ve politika netliği yok. Hem sürecin sağlıklı gitmesi için özen gösterdiklerini söylüyorlar hem de süreci rayından çıkaracak tutum ve eylemlerden de geri durmuyorlar. Bunun en açık örneği de gerilla bölgelerini kar kış demeden sürekli bombardımana tutmalarıdır. Buna ek olarak özellikle Paris katliamından sonra Avrupa devletlerine yaptığı çağrı ve baskılardır.