Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Üç Şövalyenin idamı -Ahmet Kahraman

6 Mayıs, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamının kırkıncı yılı…  
Osmanlı’nın devlet ve toplum hayatında, batının tersine hasmın üstüne cepheden yürüme mertliği olan Şövalyece düello hiç olmadı. Pusuculuk dört bir yanda gelenek, biri ötekinin pusucusuydu.
 Pusucu entrika geleneği İttihatçılardan, Kemalistlere geçti. Bugün, dini kemirip yiyen, kalanı ona, buna pazarlayanların düşük, ayıplı kültürüyle yaşıyor. “Kürdistan sorununu çözeceğiz, anaları ağlatmayacağız” deyip ardından vur ha vur etmek, her Kürdün kapısında pusuya yatmak gibi…
Denizler, pusucu geleneğin aykırısı, düellocuydu. Darağacının gölgesinde eğilip, bükülerek teslim olma yerine, başlarını dik tutarak doğrularını savunan üç şövalye…
İpe giderken, Kemalizmin tam zıddı olan Marksizmi anacak, cellatlarının yüzüne karşı “yaşasın Türk ve Kürt hakları” diye haykıracak kadar kendileriydi.
Davalarına adanmışlıkla korku imparatorluğunun bekçi güçleriyle dövüşerek yürüdüler.
Bugünkü iktidarın kadro adamları olan siviller, o dönemde Milli Türk Talebe Birliği (MTTB)’nde, Komünizmle Mücadele Derneği’nde, MHP Ülkücüleri saflarında, onlara karşı rejimin hücum birlikleriydi.
Tercüman gazetesi düzen Baronluğu, Mehmet Şevki Eygi sola karşı cihat çığırtkanıydı. O kadrolar, bugün iktidar yandaşı, Eygi yine fetvacı, ülkücülerin eğitmeni, yandan çarklı ideolog…
Türk sağı (dinci, ırkçı), kırk yıl öceki gibi, “dindar ve kindar” egemen güç.
En garibi, dün sol söylemle kişilik bulan kimileri, bugün pusucu geçim yollarında “yetmez ama evet”çiler. Ayıplı yüzleriyle televizyonlarda, dün Faşizm dedikleri rejimin bekçi ağızları, gazete köşelerinde hizmet eri…
Dönemin “dindar ve kindar” oligarşisi Denizleri, düzene kurban seçtiler. Göz dağı vermek için, işlemedikleri suçtan yargılayıp, cinayet işlediler.
O dönemde, Süleyman Demirel bugünküler gibi ardındaki güç (basın) orduyla bütünleşmiş, düşmanlarını susturuyordu. Adamları, bir yanda 1960 darbesinden sonra asılan Babakan Menderes ve iki Bakanının intikamı histerisiyle “üç bizden, üç de onlardan” diyor, bir yandan da “Komünistlere ders verelim” diye bağırıyorlardı.
AP sözcüsü Kemal Bağcıoğlu, parlamento kürsüsünde “Komünistlere gereken dersini verip, ülkeyi kurtarmak için idam” diyor, Demirel onu ayakta alkışlıyordu.
Mehmet Ali Aybar ve Celal Kargılı, dönemin “dindar ve kindarlarını“ durdurtmak için nafile yere önergeler veriyor, insanlığı anlatan konuşmalar yapıyorlardı. Generaller ve uzantıları kararlıydı.
Altan Öymen, Erdal Öz ve Emil Galip Sandalcı ve Onar Kutlar, belki yararı olur, utanma duygusu uyanır umuduyla, uluslararası boyutta imza kampanyası açmış, imzaları “idam, devlet eliyle tasarlanmış cinayettir” dilekçesinin ardına ekleyip, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a verince, devlet pususuna düşmüşlerdi. Bulgaristan’a uçak kaçırmayı düzenleme suçlamasıyla tutuklanıp, askeri cezaevine konmuşlardı.
Üç baba (Cemil Gezmiş, Beşir Aslan ve Hıdır İnan), idamları durdurtmak için, yüreklerini avuçlarına almış, çırpınıyordu. Ankara’da, onlara kapılarını açan başlıca kurum, Altan Öymen’in sahibi olduğu ve dönemin andıç kurbanı gazetecilerin çalıştığı Anka ajansıydı. Her sabah, hepimizden önce geliyor, akşama kadar bir köşeye sessizce oturup, kimseye tek soru sormadan gazetecilik trafiğinde umut arıyorlardı.
Yalnız bir kere, duygu havuzlarının taşmasına tanık olmuştum. CHP’nin baş vurusu üzerine, Anayasa mahkemesinin idamları durdurduğu kararını duyduklarında, sırayla boynuna sarılmış, sonra tek kelime etmeden çıkıp gitmişlerdi.
Cemil Gezmiş, parlamentonun ikinci tur tartışmalarını izlemek istediğini söylemişti. Parlamentoya girişi ise milletvekillerinin “davetiye” denilen imzalı kartıyla mümkündü. Parlamento kulisinde karşılaştığım Erzurum milletvekili Turhan Bilgin’den rica ettiğimde, “kim için?” diye sormadan çıkarp vermiş, üç baba ertesi gün dinleyiciler tribününde yer almıştı.
Fakat, tartışmaların en hararetli anında, AP’liler tarafından fark edilmiş, idamcı cephe silahlı baskına uğramış gibi paniğe kapılmış, polis alarma geçmiş, onları birer suçlu gibi karakolda sorguya çekmişlerdi. Bu arada benimle birlikte, Turhan Bilgin’in adı da afişe olmuştu.
O gün, Demirel’in günüydü. (Demirel 1991’de, daha sonra AKP’ye destek veren Türk aydınları tarafından demokrat yapılacaktı.) Toplantı salonunda en önde oturuyor, idamların onayı için en başta el kaldırıyor, bu arada geriye dönüp, sağ cenahta el kaldırmayan var mı diye bakıyordu.
Aynı Demirel, hukukla ilgisisiz bir kıta subayı iken Denizlerin yargılandığı mahkemenin başkanlığına getirilen, idamları ağzında sigara, elleri  ardında seyreden General Ali Elverdi’yi 1970’lerde milletvekili yapacaktı. (Garip ama, Elverdi yıllar sonra boğazına tıkanan lokma ile boğularak ölecekti.)
1960 darbesinde, “55 Kürtçü Ağa” arasında  tutuklanıp, Sivas askeri kampına kapatılan Bayburtlu Necati Tuğ’un oğlu olan Abdülbaki (Baki) Tuğ, Denizlerin davasında savcı ve Türk milliyetçisi olarak, dişleri arasında kinle tıslayarak “idam” diyordu. Tuğ, 1990’larda dönemin “kindar ve dindarı“ Demirel’in milletvekili, sonra bakanı olacaktı.
Denizler, bugün özgürlüğün, “dindar ve kindar” diye nitelenen ilkellik ise “sağcıdan demokrat çıkmaz”ın simgesi…