Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Neden taş atıyoruz -Zeynep Kuray

Onlar 1990’lı yıllarda doğdular. Devletin vahşi yüzüyle daha bebekken tanıştılar. Hepsinin en az bir yakını ya infaz edildi, ya işkence gördü, ya da kaybedildi. Köyleri yakılarak yaşamları kül edildi. Daha yaşadıkları coğrafyayı tanıyamadan anne kucağında başka diyarlara göç etmek zorunda kaldılar. 
Adana Emniyet Müdürü Mehmet Avcı, onları kastederek, “Bu çocuklar çocuk yurtlarına konsun” dedi, yetmedi, gençliklerini hapiste geçirsinler diye, Molotof’un silah sayılmasını istedi. Adana Valisi Hüseyin Avni Coş ise, daha da ileri giderek, onları, evlerini yakmakla tehdit etti. 
Onlar, yani “taş atan çocuklar” hakkında herkes konuştu, herkes kendi penceresinden onları yargıladı ama kimse onları dinlemedi. Gerçek isimlerini güvenlik gerekçesiyle veremeyeceğimiz bu gençler, çocukluklarından bu yana bir pranga gibi taşıdıkları yaralarını ANF ile paylaştı. 
BİZE İSYANDAN BAŞKA SEÇENEK SUNMUYORLAR
Berxwedan, Kürdistan’da en yoğun devlet baskısının yaşandığı 1990 yılında Mardin Dargeçit’te dünyaya geldi. O günleri şöyle anlatıyor Berxwedan: 
“O dönemde Halepçe katliamının izleri daha tazeydi. Bizim Bölgede ise her gün insanlar devletin askerleri ve özel timleri tarafından infaz ediliyordu. Mardin’de elektrikli eşya satan babamın iş yerini yaktılar. O zaman ben 4 yaşındaydım. Annem ise 5 aylık hamileydi. Babamın iş yerinin yakıldığını öğrenen annem beni de alarak feryatlar içinde oraya yetişmek isterken askerler tarafından durduruldu. Hamile olmasına rağmen annemi darp eden askerler, ‘Bak seni karnındaki çocukla öldürürüz’ diye tehdit etmişler. Çok korkmuştum. Her yeri saran ve insanlara sürekli kötü davranan yeşilli adamlar. Bu baskılar sonucunda ailem İstanbul’a göç etmek zorunda kaldı. Oturduğumuz yerde Kürt nüfusunun yok denilecek kadar az olması nedeniyle ben ve ağabeyim her gün yaşıtlarımız tarafından, ‘Pis Kürtler, teröristsiniz siz’ gibi aşağılamalara maruz kalıyorduk. Birinci sınıfta okula başlarken ilk gün bütün çocukları asker gibi dizdiler ve ant içirdiler. Ben de çocuk olmama rağmen mahallede gördüğüm baskılar sonucunda edindiğim farkındalıkla ‘Ne mutlu Kürdüm diyene’ dediğim zaman ilk disiplin cezasını 7 yaşımda almış oldum. Annemi çağırdılar, azarladılar. Tüm bu olanları yüreğinde yaşamış olan bir Kürt genci olarak günümüzde de kültürümüze yönelik süren inkar ve imha politikalarına karşı direneceğim. Bize isyandan başka seçenek sunmuyorlar.” 
BİZ DEĞİL, KİMLİĞİMİZİ YOK SAYANLAR TERÖRİSTTİR
Agît, 1991Mardin Dargeçit doğumlu. Devlet terörüyle henüz 40 günlükken tanıştı. Yeni doğduğu günlerde köydeki evlerinin ateşe verildiğini söyleyen Ağît, evleri askerlerce yakılınca Batman’a göç etmek zorunda kaldıklarını ifade ediyor. Batman’da de devam eden devlet baskısına Hizbulkontranın tehditleri eklenince oradan da İstanbul’a göç etmekten başka çare bulamadıklarını belirten Agît, maddi güçlükler içinde yaşam mücadelesi verdikleri İstanbul’da yaşadığı bir ayırımcılığı şöyle aktarıyor:
“İlkokulda ben ikinci sınıftayken okulda veli toplantısı yapıldı. Annem Türkçe bilmediği için benden iki yaş büyük ağabeyim katılmak zorunda kaldı. Öğretmenimiz Tosun Yıldırım bütün velilerin ortasında bize annemin gelmediğini sordu. Ağabeyim annemin Türkçe bilmediğini söylediğinde, öğretmen bütün veliler ortasında “Nasıl bilmez? Bu saçmalık da ne? Kürtçe diye bir dil mi var? Senin yaşın tutmuyor” diyerek bizi resmen oradan kovdu. Zaten o günden sonra bana yaklaşımı tamamen değişti. Ben okulda resmen iki sene boyunca tecrit edildim. Kimse benimle konuşmuyordu. Öğretmen Yıldırım benim Kürt olduğumu bile bile ve ağırlığı o yaştaki bir çocuk için çok fazla olmasına rağmen bana her pazartesi Türk bayrağını tutturuyordu. İstiklal Marşı bitene kadar benim kollarım felç oluyordu. Ama hep bilinçli bir şekilde o veli toplantısından sonra bunu yaptı. Aile olarak İstanbul’a alışamadığımız için, Batman’a tekrar döndük. Ancak orası yıllar içersinde Hizbullah’ın daha çok hakimiyeti altında girdiğinden, tekrar İstanbul’a döndük. Her yer bize dar gelmişti. Nereye gitsek kabul görmüyorduk. Bu benim kafamı çok kurcalayan bir durum oldu. Daha sonra bu baskılara karşı direnmekten başka seçenek olmadığının farkına vardım. Bir sürü kitap okudum ve kimliğimizin utanılacak değil gurur duyulacak bir kimlik olduğunun farkına vardım. Bu ötekileştirme bizim değil onların kompleksiydi.”
Sonraki yıllarda, sırf bir basın açıklamasına katıldığım için 10 ay hapis yatan Agît, “Hatırlıyorum da gazeteler sayfa sayfa potansiyel suçluymuşuz gibi yansıtmıştı haberi. Bir terörist varsa o da bizim kimliğimizi yok sayan, köylerimizi yakan, insanları infaz eden, tutuklayan zihniyettir” diyor.
BİRGÜN, KOPARILDIĞIMIZ TOPRAKLARA ÖZGÜR OLARAK DÖNECEĞİZ 
Henüz 18 yaşında olan Beritan’ın 1991 yılında doğduğu Mardin Yardere (Kurdîse) köyü kendisi 40 günlükken askerler tarafından yakıldı. Mardin’den baskılar nedeniyle Adana’ya, oradan da ekonomik nedenlerle İstanbul’a göç etmek zorunda kaldıklarını belirten Beritan, gittiği ilkokulun müdürü tarafından Kürt kümliği nedeniyle sürekli dışlandığını ve hakaretlere maruz kaldığını anlatıyor. Beritan, 2001 yılından beri cezaevinde olan babasını 10 yılda sadece 3 kez görebildiğini belirterek, şöyle devam ediyor:
“İçim çok yandı. Onu orada parmaklıklar ardında ilk gördüğümde bilinçlenmeye karar verdim. Onun gibi kararlı ve mücadeleci olacaktım. Onun yolunda ilerleyeceğim dedim ve kitap okumaya başladım. Okudukça halkımıza nasıl da zulüm uygulandığının her gün biraz daha farkına vardım. Zaten her yerde kavga devam ediyordu. Bu imha ve inkar politikalarına karşı halkımızın nasıl direndiğini de gururla öğrendim. Ezgin olmamak duygusu çok hoşuma gitti. Çünkü çocuk, kadın, yaşlı demeden bir mücadele ateşi yanıyordu. Biz de direneceğiz dedim. Yok teslim olmak. Bizi kendilerine benzetemeyecekler, biz kültürümüzü, dillimizi özgürce konuşacağız, koparıldığımız toprakların ağıtlarına özgürce döneceğiz ama bu kez üzerimizde yok edilme korkusu olmadan.” 
ŞİVAN PERWER KASETİ İÇİN GÜNLERCE İŞKENCE 
Tekoşîn, Diyarbakır Bismil’de doğdu. Kendisinden çok özellikle ablasının ve ailesinin yaşadığı acılar onun yüreğinde iz bıraktı. Ailesinin kendini halka adamış, yurtsever bir aile olduğunu belirten Tekoşîn, yaşadıklarını şu sözlerle özetliyor:

“Bir amcam gerillaya katıldı ve şehit düştü, bir amcam ise kayıp. Bu nedenle babamı çok gözaltına aldılar. Gördüğü işkencelerden dolayı sağ tarafı felç kaldı. Annem ise bir cumartesi annesi. Benim ailemde gözaltına alınmayan kalmamıştır. Herkes bu zulümden geçti. Sonunda Diyarbakır’dan Batman’a göç etmek zorunda kaldık ancak orada da bizi rahat bırakmadılar. Ben de ufacık bir kız iken, hatırlıyorum sürekli evi basıp ablamı gözaltına alıyorlardı. 13 yaşında sırf üzerinde Şivan Perwer’in kaseti bulunduğu için yapmadıkları işkence kalmadı. Hani bugün çok seviyoruz dedikleri Şivan Perwer. Birkaç gün sonra eve geldiğinde yüzü duvar gibiydi hiç unutmam. Çok etkilenmiştim onu öyle gördüğümde. Daha sonra öğrendim ki onu feci şekilde döverken gözaltına alınan başka bir kıza ise önünde tecavüz etmişler. Günlerce çıplak ve aç bırakmışlar. Bu ağır olaylardan sonra İstanbul’a göç ettik.” 
İstanbul’da faşistlerin yoğun yaşadığı bir mahalleye yerleşen Tekoşin’in ailesi burada da baskıların hedefi oldu. Yaşıtları Kur’an kursuna giderken kendisinin eylemlerde yer aldığını belirten Tekoşin, yaşadığı ayırımcılığın yaşamını nasıl etkilediğine dair şunları aktarıyor:
“Ben 9-10 yaşındayken bir okul arkadaşımı eve getirdim. Bizimkiler Roj Tv izliyordu. Kız bana dönüp nece konuşuyorlar diye sorunca öyle bir baskı vardı ki üzerimizde, İngilizce diyerek geçiştirdim. Çünkü öğrendiklerinde çok farklı bakıyorlardı. Mahallede her gün ‘Sen Diyarbakırlı mısın?’ sorusuna muhatap oluyordum. Şivemizle dalga geçiyorlardı. Onuruma çok dokunuyordu. Okulda da sık sık bu ötekileştirmeye ve ırkçılığa tabi tutulduğumu bilirim. Öyle bir hale gelmiştim ki bazen nereli olduğumu bile söylemiyordum. Ama zaman geçtikçe halkımızın mücadelesini kavradıkça neden kendimi başka bir biçimde kabul ettirmeye çabaladığımı sorguladım.”
BİR İNSAN KENDİ DİLİNİ NEDEN KONUŞAMASIN?
Siirt Gaziler köyünde doğan Gabar’ın ailesi, 1993 yılında köyleri özel harekat timlerince ateşe verilince Batman’a göç etti. O dönem henüz 7 yaşında olduğunu belirten Gabar, bir yandan okula giderken, diğer yandan da simit satarak ailenin geçimine katkı sunmaya çalıştığını anlatıyor. Gabar, ailesinin Batman’dan İstanbul’a uzanan yaşamından hafızasında iz bırakan kesitleri şöyle dile getiriyor:
“Hizbullah’ın en yoğun faaliyette olduğu bir dönemdi. İnsanlar sokakta bile yürümeye korkarlardı. Her gün bir cinayet haberi gelirdi. Bir gün yurtsever olan babamın ölüm haberiyle karşılamaktan çok korkardım. Onunla her yere gitmek istiyordum, bir ölüm haberi geldi mi kulaklarımı kapatırdım. Sakarya İlkokuluna gidiyordum. Çok berbat bir yerdi. Organ mafyasının hedefindeki bir okuldu. Bir gün hiç unutmam bizim okulun bahçesinden çığlık çığlığa sesler gelince gittiğimde yerde bir adamın kesilmiş başıyla karşı karşıya kaldım.10 yaşındaydım ve o görüntü yıllarca gözlerimin önünden gitmedi. Orası yaşanmaz hale gelince ailece İstanbul’a göç ettik. Okulu orada sürdürdüm ancak Kürdistan’dan geldiğim için insanlar bana hep tuhaf gözlerle bakıyorlardı. Nereli olduğumu söyleyince kimse benimle oynamıyordu. Anlam verememiştim, eve gidip anlatmıştım, ancak evdekiler sesimi çıkartmamam gerektiğini, burasının gurbet olduğunu söylüyorlardı. Sırf bu nedenle okulu bıraktım ve tekstilde çalışmaya başladım. O dönem zaten bu konuda bilinçlenmeye karar vermiştim. O zaman kimliğimizin ve kültürümüzün ne kadar büyük bir baskı altında tutulduğunu anladım ve çok öfkelendim. Neden bir insan kendi dilinde konuşamasın? Niye kültürünü savunduğu için katledilsin? Bunların hepsi içimde öyle bir yara oluşturdu ki, iyileşmesi çok zor”. 
ANF