Dêrsim’ine, ülkene, halkına sevdalı Munzur kokulu kadın! Seninle Dêrsim’de birlikte büyüdük ve bizler için Dêrsim sadece bir çocuktu ve sen Dêrsim’in güzel çocukluğu, oyunlarımızda güzelliğin kavgacılığın ve her zaman haklılığınla bir fazlalıktın. Sığmazdın sokağımıza, mahallemize ve sen sığmadın Dêrsim’ine. Günbatımının karanlığı bizleri gölgesiz bıraktığı anlarda analarımızın sesiyle irkilirdik, biliyorduk “eve gelin, asker geliyor” diyorlardı. Bu ses Dêrsim’in karanlığını sessizlikle sarmalardı ve gece başlamıştır. Bu sessizliğin, bu karanlığın bilinir bilinmezliğini şafağa taşıyacak, pencereden sızan ölgün ışık, uzaklarda çok uzaklarda yıldız gibi yanıp sönerken ürkek hüzünlü Munzur’un sesi yankılanırdı.
Zulmü, zalimi tanımadan önce öğrendik ve her Dêrsimli çocuk gibi nenelerimizin ağıtlarında, gözyaşlarında ve analarımızın anlatamadıkları çocuk rüyalarında yaşadık. “Biz gördük, siz görmeyin; biz yaşadık, siz yaşamayın” deyişlerinde susmanın dilsizliği ve sırlarıydı bedenlerindeki süngü izleri. Yüreklerine sımayan acının taşanıydı gözyaşları. Ağıtlar, yakarışlar özlemlerinin yolları, özlemlerinin ulaşılmazlığının isyanıydı.
Bizler mi büyüdük, acılarımız mı büyüdü? Yazları unuttuğum Türkçemle cehennem olan okulda hep sınıfta kalırdım. Sakine-Sara yine gelip yakalamıştın, yine gidip geçmiştin ve biz o yıllarda yaman çelişkiyi birlikte yaşamıştık. Her biri devlet olan öğretmenlerin! Analarımızın acılarının, nenelerimizin ağıtlarının tersyüz edilen tecrübeleriyle başlamıştı devletle kavgalarımız. Biz masaldık, bir vardık bir yoktuk; birilerimiz için anda başlayan günde biten kavgalardı bunlar. Oyun gibiydi ama belli ki sen çocukken büyümüş oyunu sokakta bırakmıştın. Kötü zamanlardı ve ben kötü olanı seçmiştim, üniversiteye gitmiştim, o yıllar bizleri acıtan, inciten bilinmezliğin kendisiydi. Bizler için izler görülür görülmezdi. Belli ki senin yüreğinde izler yol yol olmuş ve sen olanı değil, olmayanın yolculuğunu seçmiştin. Biz kaçak dövüşenler geride kalmıştık ama özlemlerimizin kendisiydin, izlerini sürsek de yetişmediğimiz rüzgarımızdın. Demek ki bilmek yetmiyordu anlam vermek, yaşamak gerekiyordu.
Bu gidiş, dönüşün yolculuğudur
Mazlum ve masum ülkemin bir ucunda yedisinde bir çocuk isyandadır. Sığmıyor Rıha’nın Amara’sına. Yanlış yerde mi, yanlış zamanda mı doğmuş yoksa sislerin gerisinde görünmezliğimiz görmüştür. Anasında geçmişi, anasında kadını sevgiyi arıyordu. Bir şeyler eksikti, bir şeyler fazlaydı. Farkına varmanın dayanılmazlığı söze gelmiyordu, taşıyamayacağı bir yüktü bu. Kolay değildi, görmek, anlamak. Yüreğindeki kocaman bir boşluğun doluluğuydu. Önce kader denilene dokundu, yanıt bir yüktür ve var olan her şey zamana meydan okuyan bir dağ kadar ağırdı. Köyün bilge çocuğu, doğru zamanın müjdesini gerçekleştirmiştir. Terk eder Amara’yı, Rıha’yı. Bu gidiş, dönüşün yolculuğudur. Anahtarı bulmak kilidi açmak için dünü, günü yaşayanların sessizliği sağır, kader mühürlü. Geçmişi çözmek, yazanları bulmak gerekiyordu, şansını yaratan tam da izin üzerindeydi. Yaşanan tüm acıların, kötülüklerin süre giden inkarın bilinmezliği tüm yollarının çaktığı, kesiştiği, yaşından büyük günahların merkezi Ankara’daydı.
Gök kubbe altındaki kaosun sırrı, doğduğu toprakların parçalanmışlığının sınır boylarındaki mayınların, tel örgülerin gölgesinde karşı yaka ile havada asılı kalan buluşmaları. İki ayrı dünya, iki dil ki bilinmezliği lal eder. Yakın-uzak siyah-beyaz gibi ve pusudadır geçmişi geleceği karartan avından korkan zalim avcılar. Yolunu bulan suyun akışını engeller mi setler? Hangi güçtür ki süregelen süre giden bu berbat anlaşılmayan ve anlaşılır yanlışı yanlış yoldan yürütür. Tersinden yürümek, yüzleşmek, ilke ulaşmak, düğümleri birer birer çözmek. Doğru sözü zor zamanda söylemenin gücüne ulaşmak. İlk izlerin izlerinden karanlığı aydınlatmak, aydınlatırken de mum gibi erimeyi göze almak. Ve bilge insan yaşanan isyanların isyanıydı. İlk söz ceberut devletin tam da merkezinde zulmü, yalanı, hileyi delivermişti. Ne tarih, ne de gelecek taşıyamazdı bu kötülüğün ağırlığını, akan nehir gibi atıverecekti kenara doğru zamanda, doğru sözde!
Bilge insan kendini gerçekleştirmişti ve taşınmıyordu Ankara’nın yarattığı zulmün ağırlığı, paylaşım, paylaştıkça çoğalmıştı. Çıplaktı zorbalık, yaşayan, yaşatılan sahipsiz toprak, sahipsiz halkı sis altındaydı. Zor olan acının sağırlığını dilsizliğini çözmekti. İlk sözün, ilk eylemi izlerin o görülmez dayanılmazlığında, yollara düşmekti. Zorbanın da, zorbalığında bitiremeyeceği bir öz vardır elbet geriye kalanlarda. İsyanlar işaretlerdi ve başlamıştı ilkeler yolculuğa aynı zamanlarda ayrı yerlerde doğan ikiz kardeşler gibidirler. “Hakiydi” hakikatin kendisi ve “Pir’di” görülmeyeni gören ve özlemin diliydi ve “Mazlum’du” masumiyetin arayışçısı, söze anlam veren ilkti. Bu gidiş, Ankara’dan kopuştu ve dönüştü yeni yolların, yeni köprülerin temelinin atışıydı.
İsyanın ve katliamın adı kadın
Ne çok yol vardı ama yollar zor, yollar çetin, yollar tuzaklarla doluydu. İzler birbirine karışmış, tufan sonrası, tufan rüzgarının sarmaladığı, dondurduğu zamanlar, özlemler, umutlar bekleyişte ve tohum düşse toprağa, yeşerecek kayayı delerek ve Dêrsim son isyanı, son katliamı yaşayan, kanayan yarası. Bilge insanın ilk uğrağı, isyan fırtınasını yaratanların yaşayanıyla buluşmasıydı. İsyanın, katliamın adı kadın, adı Dêrsim’di. Anasında aradığı geçmişi, acıyı, zulmü yürekte yarattığı izleri bulacaktı. Ve yaşamışlığı sır gibi saklayan, teslim olmayan kadınları, acının dayanılmazlığının acısıydı. Kendisini Munzur’a bırakışın destanı. Bu bilinmeden hakkı verilmeden, her şey yaralı her şey eksik olacaktı yine…
İnsandan daha insan, iz sürücüden daha fazlaydı. O Dêrsim’de beklenendi ve zulmü yayanların, ilkti zalimleriyle karşılamaları o ilk sözde, suçüstü yakalanmıştı ceberut devlet. Acılar kanarken dil çözülmüştü. Bir isyanda, bir halkın tarihi, yeniden yazılıyordu, geçmişle ilk yüzleşmeydi ve Dêrsim’in asi kadını Sakine-Sara’sı o gün karşılaşmış, o gün doğmuştu. Ele avuca sığmayan, yürümeden koşan Dêrsim’in yiğit kadını, artık sığmıyordu Dêrsim’ine. Bilge insanla bu bir karşılaşma değildi, bu bir arayışın buluşmasıydı. Zamanların en doğru zamanıydı. Bir araya geleceklerdi, buluşacaklardı. Amed’de tarihin o anının başlangıcıydı, artık her şey o anın öncesi. Sonrası olarak yazılacak, yaşanacaktı. Elekten geçirilmişti tüm yaşanmışlıklar ve zoru zahmeti ne olursa olsun, engeller sınırlar aşılacaktı. Sınırsız değimliydi zulümden önceki yaşamlar. Kendini gerçekleştirenler, gerçeğin hakikatinin gerçekleştireceklerdi. Bu ilk şans ve son şanstı.
Amed’de buluştu ilkler, bir halkın kaderinde halkların kaderi yazılacaktı. Ve bir ilkti yazanlarına eksik olan ve eksik olduğu için, eksik kalan ilk yok sayılan, ilk zulme uğrayan kadın vardı kadınlar vardı. Ve Sakine-Sara vardı, kendini seçen ve seçilendi ve o kadının acısın, kadının yaşamışlığını yüreğinde yaşarken yaşayacaklarının kaderini halkının kaderiyle buluşturarak, bu dayanılmazlığın yükünü taşırken özgürleşecek, özgürleştirecekti. Parçalanmışlığın eksikliğini tamamlayacaktı. Bu zor, bu taşınır taşınmaz yükü, omuzlamak, ilk olmak, küllerinden yeniden yaratılmanın tohumu olmaktı.
İki elin parmağı kadardılar ilkler, kaç gün kaç gece halkının geleceği üzerine yıllara sımayanı sığdırdılar Amed’e. Anahtarı bulmuş olmanın coşkusunu, onurunu paylaştılar. Doğrunun doğrusu, gerçeğin hakikatiydi yazılan. Hiçbir yanlış, hiçbir ihanet, çirkin hilenin yaklaşamayacağı, bir kutsanmışlık ve halkının vebaliydi. Dört bir yana dağıldılar, dört bir yandan gelenler, ülkesiyle, halkıyla buluştular. İlk anlam verenler ilk inananların müminliğiydi. Ve Sakine-Sara kadının kaderini halkının kaderiyle buluşturacaktı. Müjdenin ilanı ulaşacağı yerlere ulaşmalıydı. Ve sen Sakine-Sara, Dêrsim’in yiğit kadını yine Dêrsim’deydin. Öncesinin ve sonrasının tam başlangıcıylaydın, Harput’taydın, her bir evde, her bir sokakta, mahallelerdeydin, iz bırakandın.
Her Dêrsim’e gelip, seni sorduğumda “önceleri koşuyordu şimdi uçuyor” deniliyordu. Kavganın ortasında kavganın kendisiydin. Kolay değildi, bin yılların kirini pasını süpürmek. İnkarın sömürünün karşısına dikilmek kolay değildi. Ceberut devletin zorbalığı karşısında yaşayarak yaşatmak, kolay değildi yitip giden umutları özleme dönüştürmek ve güneşe gün ortasında bakmak. Ve karanlığa saklanmadan gelip geçmek, tersyüz edilen sevgiden yana her ne varsa aşkını hakikatiyle yaşamak, her taraf göz her taraf söz ve yüreği ağzında kadın olmak kolay değildi. Çoğalmıştın, kadınlardı ardından gelenler, ilktin ama tek değildin. İlk engeli, ilk zoru, ilk köprüyü tam geçmiştin ki, ceberut devletin zulmü pusu kurmuştu Harput’ta. Deden Seyid Rıza’nın son sözlerinin haykırışı gizleyememişti seni. Buğday meydanı çığlık çığlığaydı. Av peşindekilerin marifetiyle, ihanetin çemberine tutunanların hileleriyle ellerine geçmiştin. Kürt kadının zindandaki ilkiydin, kötü zamanın andaki çaresizliğini yüreğinde yaşarken, taşıdığın yükün sorumluluğu gücün olmuştu.
Hücrede Dêrsimli Besê’ydin
Harput zindanındaydın, zorbalar şaşkın, zorbalar çaresiz, zulüm devleti bu kadar yakından görmemişken inkarını sobeleyivermiştin. Yine hesabını cellatların gözleri, sözleri… Hücrende Seyid Rıza’nın son sözleri ve Şeyh Said’in ağırlığını taşıyamadığı bileklerindeki zincirlerin sesi yankılanıyordu. Dêrsimli Besê’ydin, Zarife’nin ihaneti utandırdığı gözleriydi ve kayanın ucunda asılı kalan, teslim olmayan anaydı, gelindi, kızdı ve acının kendisiydi 38 tertelesi. Yaşanmışlıklardan acılardan bir de çıkan sonuçlar vardır, söylenen son sözler, geride kalan tamamlanmayan yollar, başlangıçlar vardı. Hükümsüzdü ölüm, ihanetin laneti de efsunlanmamış mıydı? Dağların zirvesine varmak ulaşmaktı ve tarih anda gizlidir, şimdi o andır.
Önce ihanetin hükmü kırılmalıydı ve Harput zindanlarında sen kadın olarak yalnız değildin, halkınlaydın, semahta dardaydın. Ölümden diriliş, set tanımayan bir akış ve kararlaşmış bir geleceğe bakmıştı. Bir haykırış kapladı, fırtına koptu. Harput zindanının zebaniler sürüsü, en yiğidi hançerleyerek alıvermişlerdi yanından. Acı dayanılmazken, zaman durmuştu ve ihanet rüşvet diye daha dokunmadan sunmuştu ruhunu ve bildiği bilmediği her şeyi! O an yüreğin yüreğine sığmıyordu, ölüm bu kadar yakın bu kadar uzakken, duvarlar yıkılmalıydı, ulaşmalıydı geride kalanlara ihanet çemberi değmeden yol almalıydılar. Çığlık çığlığa haykırmıştın.
Bilge insan Musa misali Harran’dan yola çıkmıştı, suyun üzerinden yürümüştü, kapılar açılmış, yollar yol vermişti. Bugünden yarını gören ulaşmıştı, parçalanan ülkenin, parçalanan halkın özlemlerinin en masumuna. Avını yiyemeyen zalimin öfkesiydi duvarları kirleten sesleri ve ilkti ihanetin yenilgisi, çıldırtmıştı maskeli soysuzların lanetini. Çökmüştü zifiri karanlık tarihin bile kaldıramadığı günahkarlar zincirlerinden yeniden kopmuşlardı. Tam da bitirdik tam da günahlarıyla günahkarlığını ilan ederken Kürtlerin dirilişiydi, güneş gibi engellenmeyen yükselişi ve tutmamıştı hesapları. Dört bir yandan yetmiyor, fazlası vardı. Kadın, kadınlar ve gençlerdi yüreğinde umudu yaratanlar; bu isyanın isyanıydı. Bu kopuşun bu gerçekleşmenin ilk mayalanması, bu durdurulamayan Munzur’un, Fırat’ın, Dicle’nin buluşması, okyanusa akışıydı ve şimşeğin karanlıkta patlayışıydı.
Binler halkla buluşunca dağlarda
Bir halk derinişini ilan ederken, tarihin kiri pası üzerine kurulan ceberut devlet katliamların toplamı olduğu kadar hileli oyunların, darbelerin tarihidir de! İnkarı ve imhayı tarihin hangi karanlığı örtebilir ki; ceberut devlet yerli yerinde duruyordu, yer değişen cellatlardı. Kaç zaman geçmişti Amed zindanına yolculuktu, özlemin anlatılmaz yeni başlangıçların müjdeleyicisiydi. Amed zindanında tufan kopmuştu. Zulmün sınırsızlığı zalimlerin çaresizliğiydi. Mazlumların, Kemallerin, Hayrilerin gerçekleşen insanlık onuru karşısında, tarih yaşanırken yazılıyordu. Binlerceydiler, Kerbela’ydı Dêrsim’di, Zilan’dı, Koçgiri’ydi; ancak yer o yer, zaman o zaman değildi. İlkten bugün başkaldırıların, direnişlerin bin yıllar boyunca süregelen insanın dokunulmaz hak-özgürlük arayışıydı. Nuh’un gemisi yeniden seferdeydi, bu var olmanın, yarınlara yürümenin son şansıydı. Modern zamanların yarattığı faşizm canavarının son çırpınışlarıydı. Süregelen katliamların, inkarın bir kez daha soykırım buyruğuydu. Öldürdükçe çoğalanlarla baş edemeyen zebanilerin intikamıydı. Ve Sakine-Sara ulaşmıştın karşı yamaca Amed zindanına omuzlarındaki yükü taşıyabilmişken, tufanın tam ortasında kadındın. Nuh’un gemisinde ölüm çoktan hükümsüzdü. İlkten ilklerle buluşmuşken hangi zulüm, hangi ihanet zalimin gücü olur ki!
Acılar dayanılmazdı, bu ayrılıklar, bu gidişler özgürlükle buluşmaydı, üç meşalenin aydınlığını, Ferhatların kor olmuş bedenlerinde yanmak ve daha on yedisinde Ali Çiçek’in umutlarına dokunmak ve Pir’in izlerinde yürürken darda durmak. Kadın olmak, kadınlar olmak, hakikati aramak, hücrenin karanlığını sarılarak dağıtmak, özgür yaşamı ölecek kadar sevmek, bir adım daha atmak, yalancı pusulalar hükümsüzdü. Bir güneş vardı yol gösteren aydınlatırken ısıtan. Mekanlar, zamanlar ve yüzüne tükürmüştün bin yıllık zulmün, ihanetin. O andı kadının dirilişi halkıyla buluşması ve Nuh’un gemisi kadim coğrafyanın kendisiydi. En güzel oğulları ulaşınca güneşe; ilkler binlere, binler halkla buluşunca dağlarda yanan meşaleydiler.
Maskeli tanrıların sistemine meydan okuyorlardı
Bir ömre sığdırılan sığdırılmayan geçmiş gelecek on yıllarca zindanda yaşamın adı direnişti ve ben yine yetişememiştim sana. Antep zindanında Amed’i yaşıyorduk, gücümüz, umudumuzdunuz. Özlemler yol vermedi, dokunamadık ateşe, dokunamadık acıya. İzler derindi, izler ağırdı, taşıyabileceğimizi taşıyacak ve izleri izleyecektik. On yıllarca yakılıp yıkılan, her türlü zor ve zulüm dayatılan binlercemiz günahkarlığının günahını çıkaran Avrupa’ya çıkmışlardı. Ülkeye dönmezliğin en dayanılmaz özlemleriydi yaşananlar.
Ve Sakine-Sara Avrupa’daydı. Ronahilerin, Bêrivanların izlerinde yanı başlarındaydı. Dört parçada dört bir yanda Kürt halkı özgürlüğü için ayaktaydı. Tarihin özgürlük damarını iğne ucuyla, ağır bedellerle açığa çıkarmışken, özleme, umuda dokunmasına bir adım bir adım kalmışken Avrupa’nın ortasında, maskeli tanrıların sistemine meydan okuyorlardı. Tuzakların tümü işaretliydi, zaman kısa ve dayanılmaz, yol uzundu. O ülkelerine ulaşacak, yakılan yıkılan ne varsa yeniden yapılacak. Bilge insan da, bin yılların enkazında çıkarmamış mıydı özgür geleceklerin umudunu ve tarih, olmayacak zamanda, kötü zamanlarıyla, bir karabulut gibi dolanıyordu. Tek başına meydan okumuştu ya bilge insan ve çoğalmış halk olmuştu ya, sarsmıştı yaratılan tüm kötülüklerin tahtını, bozulacaktı oyunları. Bir intikamdı, suyun başı tutulmalıydı, ateş ocakta sönmeliydi ve sevgi yürekte sevdayı özlemde…
Ve yine seferdeydi bilge insan, Musa gibi ve İsa gibi. Avrupa’nın kirini, pasını temizletildiği kadar yaşayabilen halkının içindeydi, bu sefer ülkeye dönüşün büyük seferinin hazırlığıydı ama sımadı Avrupa’ya, sığmadı dünyaya. Pervaneydi halkı, pervaneydi kadınlar. Bir lanetti ki öfkeleri, korkuları dindirememişti bu sevgi seli. İlk insanlığın yaşadığı, tarih yazdığı zalimliğin zulmü, masumiyetin, mazlumluluğun direniş izlerinin birbirine karıştığı Afrika’nın doyumsuz sömürgecileri kirlettiği lanet topraklarda, uluslararası komployla alınıp, ceberut cumhuriyet devletine teslim edilmişti. İsa bir kez daha çarmıhtaydı. Sevgi ateşten çemberdi bilge insanın etrafında. Hiçbir zalim gücün taşıyamayacağı yüktü bu. Günahkarlar paylaşıverdiler aralarında günahı, bu kadar sevmenin, bu kadar sevilmenin bedeliydi bilge insanın omuzlarındaki ve bizim. Bizlerin yetmezliklerimizin vebaliydi.
İlk kez ağlamıştık halkımızla…
Sakine-Sara, Dêrsim’in asi kadını, Avrupa’da seninle birlikte yaşamıştık dayanılmaz acıyı ve zamanları. Ve biz kadınlar, tarihin zulmünün en dayanılmazını yaşıyorduk. Gün ortası zifiri karanlıktı, gece aysız, gökyüzü kubbesiz boşluktu. Hangi söz, hangi zaman buna affedilirdi ki. İlk kez gözlerindeki yaşları silmedin ve ilk kez ağlamıştık halkımızla doyasıya…
Bilge insana yönelen bu öfke, inkar edilen, yok sayılan, parçalanarak tüketilmek istenen bir halkı yeniden yaratmanın mucizesiydi ve korkusu bin yılların yok saydığı kadınları, özgürlük sevdasıyla buluşturmasıydı; ancak bir kez daha oyunları boşa çıkmıştı, zulüm onur karşısında bir kez daha yenilmişti. Bilge insan zamanı da mekanı da altüst etmişti. Tanrılardan ateşi çalan ateşin kendisi olmuştu, hileyle dokunanı yakıyordu.
Belli ki zalim, zulümden vazgeçmiyor ve şimdi bilge insan, on binlerle, milyonlarla ulaştı ulaşacak özgür yarınlara. Yine pusudaydı Avrupa’nın maskeli tanrıları kurtlar sofrasında. Yeryüzünde yaşanmış, yaşanan günahların günahkarı modernitenin demokrasi maskeli tanrıları, insanlık mirasının yiyicileri. Berbatlığınızın çıplaklığı ortadayken ve yalancı sahte cellatlarınızı besledikçe korkulu rüyalarınız bitmeyecek. Tuzak gibi, kapan gibi açılıp kapanan kapılarınızdan giren çıkmazdı. Ama öyle değil, tarihi artık mazlumlar, özgürlük sevdalıları yazıyor, bir kez daha lanetli ve suçüstü yakalandınız.
Özgürlüğe sevdalı halkının özgür mücadelesinin öz gücü olan en dokunulmazlarına, en dayanılmazlarına yine uluslararası komployla cellatlarınızın eliyle üç yiğit ve asi kadını katlettiniz. Onlar ki, ilkten bugüne özgürleşen Kürt kadının temsiliydiler. Sakine-Sara’ydı, Fidan’dı, Leyla’ydı… Kürt halkı ülkesinin yüreğinde Amed’de, dört parçada dört bir yanda özgürlük sevdalıları üç kadını yüreğine bastı. Görkemliydi yürüyüşleri, görkemli karşılamayla halkıyla buluştular. Onlar ki, özgür geleceği, halkını, ülkesini uğrunda ölecek kadar seviyorlardı. Ölüm hükümsüzdü!
Ronahiler, Beriwanlar, Zilanlar, Beritanlar, bedenlerini ateşle efsunlayan Semalar, Viyanlar ve Sakine-Sara, Leyla, Fidanlar ve yüzler, binler küllerinizden kendinizi yaratırken, kadının ve halkının özgür geleceğiyle birleştiniz. En yiğitlerimiz, en güzellerimiz ilkten bugüne özgürleşirken özgürlüğü doyasıya yaşayanlarımızsınız. Simurg kuşlarımız, Munzur’u, Fırat’ı, Dicle’yi izleyerek ulaştınız denize, güneşe. Gündüzlerimizi ve gecelerimizi ısıtan ve aydınlatan kahraman Kürt kadınları. Yolunuz yolumuz, özlemleriniz özlemlerimizdir.
Ve aşk olsun Sakine-Sara, aşk olsun sana, yürümeden koştun, uçtun, bir ömre sığdırdığın özgürlük mücadelesinin hem şahidi hem kendisisin. Siz Amed, siz Dêrsim, siz Maraş’tınız! Aşk olsun size, aşk olsun size!
AYSEL DOĞAN / Elbistan E Tipi Cezaevi
|