Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Baroda eski tas eski hamam-Erdal Doğan

13-14 Ekim 2012’de Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleşen İstanbul Barosu Genel Kurulu ve seçim sonuçlarının yalnız baroya kayıtlı avukatları ilgilendirmediği hepimizin malumu. 30 bine yaklaşan üye sayısıyla dünyanın üye çoğunluğu açısından en büyük barolarından biri olmasının yanında ülkemizin en eski barosu olarak Türk siyasi tarihinde oynadığı rol bu ilgiyi fazlasıyla hak ediyor. 
İstanbul Baro yönetiminin Çağdaş Avukatlar Grubu’ndan yönetimi aldığı son on yıllık tarihi, aynı zamanda AKP’nin iktidar partisi olarak hükümette yer aldığı on yıllık döneme denk düşüyor. 
İstanbul Barosu’nun yine bu son on yıllık dönemi ulusalcılık ve Türk- İslam Sentezi üzerinden daha millyetçi ve dar kapsamlı laikçiliğiyle içe kapanmacılığı temsil ediyorsa AKP ve özellikle kurduğu son hükümetler dindarlık ve Türk-İslam Sentezi üzerinden daha çok dindar milliyetçiliği ve yine kendine özgü dar kapsamlı laikçiliğiyle benzer içe kapanmacılığı temsil ediyor. 
Her iki siyasi yaklaşımın modern hukuk referanslarının yoğun olarak şekillendirildiği Batı’ya karşı farklı tonlarda da olsa benzer karşı duruşları, ezeli siyasi rakipleri aynı paydada birleştiriyor. 
‘Ben yaptım oldu’ tarzı icraatlar 
II. Mahmut’tan beri tıbbiye ve askeriye üzerinden başlatılan modernleşme hareketlerinin ideoloji değiştirerek Cumhuriyet tarihinde mühendisler, hukukçular ve öğretmenler üzerinden yoğunlaşarak sürdüğü ve siyasi yaşamda bu meslek mensuplarının fazlaca yer aldığı yine hepimizin malumu. Türk parlamentosunca her seçim sonrası o dönem kaç avukatın, kaç mühendis ve doktorun Meclis’te yer aldığı gibi istatistiki verilerin hemen kamuoyuna sunulması da bu nedenle boşuna değil. 
Peki, son İstanbul Barosu seçimlerinde ulusalcı, milliyetçi ve Atatürkçü bir grubun bu kadar çok oy alarak seçimi kazanması çok mu ilginç? İlk seçim sonuçları açıklandığında bu tablo çoğu kişi gibi bana da ilginç gelmişti. Fakat kısa bir süre sonra aslında sonucun pek de şaşırtıcı olmadığını anlıyoruz. Peşi sıra sıralanan bu nedenler arasında özellikle yeni avukatlar arasında pek itibar gören ve avukatların hizmetine sokulan kafe, bahçe ya da adliyeler arası taşıma servisi yer alsa da asıl etkenlerin bunlar olmadığını biliyoruz. Özellikle ülkemiz genelindeki hukuk fakültelerinde, kurulduğu tarihlerden beri içe kapanmacı, evrensel hukuk standartlarının bilinmesinin yeter kabul edilip içselleştirilmediği, Türk-İslam orijinli Kemalist eğitim sisteminden mezun olan hukukçuların daha sonra bu sentezin ya Türk unsurunun ağır bastığı yanda ya da İslam unsurunun ağır bastığı öteki yanda kümeleştiğini görüyoruz. Elbette bu sentezi bir arada taşıyanlar olduğu gibi, her iki eğilim dışında kendi yönelimini evrensel hukuk standartlarında inşa edenler de pekâlâ mümkün olabiliyor. Fakat son kategoriye girenlerin çoğu zaman en naif yaklaşımla ya ayrıkotu olarak ya da vatan haini olarak muameleye maruz kaldığı da söylenebilir. Belki bu yaklaşımlardan olsa gerek, bu son kategoridekilerin büyük kısmının, çoğunluğu oluşturan diğer kategoridekilerce kabul görülmek, sayılmak için onlara yönelik “Bakın ben de sizlerdenim” şeklinde sürekli bir çaba içinde olduğu gözlemlenir ki bu durumun, trajik olmanın ötesinde, patolojik bir duruma tekabül ettiği söylenebilir. 
Bu siyasi eğitim ortamından sonra avukatları yoğun olarak ilk kategoride saflaşmaya iten diğer nedenlere bakacak olursak; özellikle eşit vatandaşlık hukuku bakımından çözümlemeler dayatan Kürt,Alevi ve azınlık meselelerinin yanı sıra AKP hükümetinin ‘ben yaptım oldu’ tarzı tekçi ve dayatmacı birçok icraatı sayılabilir. Özellikle 12 Eylül  2010 referandumu sonrasında Başbakan Tayyip Erdoğan ve hükümet partisinin din eksenli yürüttüğü ayrımcı, farklılıklara tahammülsüz, tekçi, mezhepçi iç ve dış politikaları yalnız özgürlük orijinli demokratları değil, belki daha da fazla ulusalcıları, hatta AKP’ye ilk dönem oy vermiş seçmenleri rahatsız ederek bir paydada toplanmalarını sağlamıştır. 

Sandıklar hükümete karşı kuruldu 
Başbakan’ın açıktan yargıya ‘talimat verdik’ söylemleri, BM Kurucu Sözleşmesi’nin 51. maddesindeki bir başka ülkeye karşı güç kullanmayı sınırlayan normu ve uluslararası insancıl hukuku eğip bükerek mezhep ve savaş politikalarına malzeme yapması, zorunlu din dersleri, zaten laik olmayan eğitimi 
4 +4 +4  sistemiyle daha da dindarlaştırma tasarrufları, içkiye olan düşmanca yaklaşım, ulusalcı basına ve yazarlarına yönelik açıktan sansür ve işten kovdurma girişimleri gibi birçok kesimin tepkisini çeken uygulamalarının en somut dışavurumunun son gerçekleşen İstanbul Barosu seçim sonuçları olduğunu söyleyebiliriz. 
Dikkat edilirse yeni kazanan yönetim kadrosu hiçbir değişiklik yapılmadan eski yönetim kadrosudur. O kadro ki Türkiye’nin onlarca yıllık çok kötü ceza yargılamaları pratiğinde belki de en az ceza usulsüzlüklerinin yapıldığı Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda gösterdikleri yoğun angaje ve müdahillik reflekslerinin onlara yeniden oy verenlerin bir kısmında dahi eleştiri konusu olsa da bu durumun kendisi yukarıda çok azını saydığım hükümet politikaları yanında birer teferruat olarak görüldü. O nedenledir ki binlerce avukat, baro yönetiminin son dönemde o çok eleştiri alan hukuk politikalarını merkezlerine almamış hükümete karşı muhalefet eden tek kurum olarak baroyu görerek oylarıyla destekledi. Şundan da eminiz ki eski-yeni yönetime oy veren 12.500 civarı avukat, yani toplam oy kullananların yaklaşık yüzde 59’unu oluşturan seçmen profili sadece CHP seçmeninden müteşekkil değil. O yüzde 59 içinde binlerce sayıyı bulan MHP ’li, BBP’li, eski DYP veya ANAP’lı olarak adlandırabileceğimiz seçmenlerle birtakım solcular ve hatta bazı AKP’li seçmenlerin de olduğunu söylersek, durum daha anlaşılır olacak. 
Yani sandıklar bir bakıma hükümete karşı kuruldu ve sonuçlar da öyle alındı. Özgürlükçü, Katılımcı, Çağdaş Avukatlar’ın adayı Av. Filiz Kerestecioğlu, hükümet dahil tüm iktidar odaklarına karşı daha hukuki ve siyasi eleştiriler getirmesine ve hukuki çözüm önerileriyle program sunmasına rağmen oy kullanan kesim içinde genel kurulu takip edenlerin az sayıda olması ve özellikle yukarıda sıraladığımız nedenlerle birlikte son yıllarda medyada Av. Doç. Dr. Ümit Kocasakal ve yönetiminin daha bilinir, görünür oluşu onun ve yönetiminin diğer tüm grupların aldığı toplam oyun üzerinde oy almasını sağlamıştır. 
Tüm bu olup bitenden ve sonuçtan sonra üyesi olduğum İstanbul Barosu’ndan bir avukat, sonra bir vatandaş olarak isteğim, her ne kadar yüksek bir oyla yeniden yönetim elde edilmişse de yönetimin kendilerine yöneltilen eleştirileri az da olsa dikkate alarak, ayrımsız ve şartsız insan haklarının yaşama geçirilmesinde aktif bir müdahillik pratiği göstermesini beklemek olacaktır. Ancak bunlar gerçekleştikçe biz avukatlar, tüm iktidar odaklarına karşı mesleğimizi daha güvenceli ve saygın icra edebilecek, hükümetlerin hukuk dışı icraatlarına engel olabilecek, her şeyden önce halkın hakkı olan hukukun inşasını ve ona olan güvenini sağlamış olacağız.